ŞİİRLERLE MENKIBELER
Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh”
Ölüm acısı zordur
“Ahmet Mekkî Efendi”, bir günki vaazında,
Konuşurken, “Ölüm”den açılmıştı mevzû da.
Biri ona sordu ki: (Efendim, bu insanlar,
Acaba can verirken, ne kadar acı duyar?)
Cevaben buyurdu ki: (“Ölüm”ün en hafifi,
Öyle şiddetlidir ki, mümkün olmaz târifi.
Ne zaman ki bir kişi, gelse ölüm hâline,
Sanki konur “İki dağ” omuzu üzerine.
İğnenin deliğinden çıkacak rûhu sanır,
Yerle gök birleşir de, o arasında kalır.
Sanki onun içinde, bir “Dikenli çalı” var,
Onu tutup, ağzından, kuvvetle çekiyorlar.
Bütün hücrelerine, takılmış dikenleri,
Çektikçe parçalıyor, takıldığı yerleri.
“Can verme”nin acısı, fazladır hattâ şundan,
İnsana “Yetmiş” defa kılıç vuruluşundan.
Fakat “Mü’min”, görerek hûri ve melekleri,
Onların zevki ile, duymaz bu elemleri.
Daha da şiddetlidir lâkin “Kabir azabı”,
Hiç kalır buna göre, can verme ıstırabı.
Çünki kabir, yakındır âhiret hayatına,
Benzer azabları da, âhiret azabına.
Bu kabir azabı da, böyle çok şiddetliyken,
Hiç kalır “Mahşer”deki azablara nisbeten.
Bir damlanın, deryaya nisbeti nasıl ise,
Bunlar da birbiriyle, edilmez mukayese.
O meydanda “Bin sene” bekleşirken insanlar,
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşıp halkı yakar.
Bir ayağın üstünde bulunur binbir ayak,
Günahlarına göre, tere batar cümle halk.
Öyle çok sıkışır ki, kâfirler izdihamdan,
Temennî ederler ki, kurulsa hemen “Mîzan”.
Derler ki: “Hesabımız görülse de hemence,
Şu sıkıntılı hâlden, kurtulsak bir an önce.”
Halbuki bilmezler ki, bitince sual hesap,
Başlıyacak bu sefer, daha elîm bir azap.
Çünki girecekleri “Cehennem”in ateşi,
Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz aslâ eşi.
“Mahşer” meydanındaki acı ve sıkıntılar,
“Cehennem azabı”nın yanında hiç kalırlar.
Bir kum taneciğinin, kâinata nisbeti,
Ne ise, öyle çoktur Cehennemin şiddeti.
Oradan bir kıvılcım, dünyaya düşse eğer,
Onun hararetinden, bu dünya erir, biter.
Hem kalmaz bir kararda, azablar Cehennemde,
Gün geçtikçe şiddeti, durmadan artar hem de.
Kalbinde zerre kadar “Doğru îmân”ı olan,
Cehenneme girse de, çıkarılır sonradan.
EVLİYÂ ŞEFKATİ
Mevlânâ hazretleri, merhamet sâhibiydi,
Hayvanlara bile o, gâyet şefkatli idi.
Bir gün sevdiklerinden, para verip birine,
Bir ekmek aldırarak, aldı onu eline.
Sonra bir virâneye, gidiverip o saat,
Yedirdi bir köpeğe, eliyle onu bizzat.
Tâkib etti o kimse, nereye gittiğini,
Ve gördü bir köpeğe, ekmek yedirdiğini.
Mevlânâ ona gelip, buyurdu ki: "Ey filân,
Bilirim, yedi gündür, aç duruyor bu hayvan.
Yeni yavrulamıştır, hem de şu virânede,
Onları bırakıp da, ayrılmıyor yine de.
Bir anne şefkatiyle, yavrulara bakıyor,
Yanlarında bekleyip, bir yere ayrılmıyor.
Resûlullah hadîste, buyuruyor ki zîrâ;
"Allah da rahmet eder, merhametli kullara.
Ey Eshâbım, siz dahi olun ki merhametli,
Merhamet eylesinler size de semâ ehli."
O kişi ağlayarak, dedi kiMevlânâ'ya:
"Efendim, hamd olsun ki, Allahü teâlâya,
Sizleri tanımakla, şereflendirdi bizi,
Himâye edersiniz, dünyâda hepimizi.
Âhiret için dahi, ümitliyim şimdiden,
Bizi kurtarırsınız, Cehennem ateşinden."
Buyurdu: "Velîlerin, pek fazladır şefkati,
Kurtarır dostlarını onların şefâati."
HEPSİ ÎMÂN ETTİLER
Mevlânâ, tahsil için, Konya'dan bir gün yine,
Şam'a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin'e.
Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,
Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi.
Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ'ya,
Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya.
Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,
Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan.
Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!
Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu,
Hiç indiremediler, havadan o çocuğu.
Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki,
O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,
Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere."
Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,
Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu."
Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,
Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere.
Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi
Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi.
"ALLAH, ALLAH" NİDÂLARIYLA
BİR ANDA KIRK YERDE
Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı,
Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ'yı.
Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet,
Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet.
Ertesi gün onlardan; birbirini görenler,
Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber.
Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,
Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece."
Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,
Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat.
TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN
Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları,
Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı.
Halbuki biraz önce, otururdu odada,
Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada.
Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet,
Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet.
Çevirmek isteyince, ayakkabılarını,
Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını.
Nereden geldiğini, ondan suâl edince,
Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce.
Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel,
O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel."
Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda,
Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?"
O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler,
Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler.
Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri,
Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri."
KARTAL VE BOHÇA
Seyyidet Nefîse ki, bir evliyâ hâtundur,
Aliyyül Mürtezâ’nın, dördüncü torunudur.
Hak teâlâ indinde, çok makbûldü duâsı,
Meşhûrdu zühdü ile, ibâdeti, takvâsı.
Ümmî idi ve lâkin, İslâm ilimlerinde,
Âlim olup, bilgisi, pek çoktu her birinde.
O devirde bir kadın, vardı fakir, ihtiyar,
Dört kızıyla, bir evde, otururlardı bunlar.
Bu kızlar hafta boyu, iplik eğirirlerdi,
Anneleri pazarda, satıp geçinirlerdi.
Yine bir gün bu hâtun, ipleri aldı evden,
Satmak için çarşıya, giderken sabah erken,
Bohçası da başında, gidiyorken pazara,
Bir kartal onu kapıp, kaçırdı uzaklara.
Bütün sermâyeleri, o bohçadaydı zâten.
Bayılıp düştü yere, kadın üzüntüsünden.
Kendine geldiğinde, gördü ki çok insanlar,
Etrafına toplanmış, soruyor: “N’oldu, ne var?”
Anlattı hâdiseyi, dediler ki: “Ey hâtun,
Ne için üzülürsün, ne kıymeti var bunun?”
Dedi: “Onu satarak, geçinirdik hepimiz,
Onu da kuş kaçırdı, ne yaparız şimdi biz?”
Dediler ki: “Ey hâtun, bak Seyyidet Nefîse,
Vardır ki, git derdini, ona söyle ne ise.
Ricâ et, duâ etsin, o sana bu iş için,
Onun duâsı ile, hâllolur elbet işin.”
O hâtun geldi hemen, Seyyidet Nefîse’ye,
Yalvarıp ricâ etti: “Bana duâ et” diye.
Buyurdu ki: “Ey hâtun, edeyim pekâlâ,
Elbette ki her şeye, kâdirdir Hak teâlâ
Her mahlûkun rızkına, kefildir cenâb-ı Hak,
Sen rızkı hiç düşünme, O gönderir muhakkak.
Sen şimdi müsterih ol, râhatça evine git,
O, rezzâk-ı âlemdir, O’ndan hiç kesme ümit.”
Az sonra birileri, gelerek Seyyide’ye,
Dediler: “Üç gün önce, binmiştik bir gemiye.
Ve lâkin su almağa, başlayınca gemimiz,
Batma tehlikesiyle, karşılaştık hepimiz.
Sizi vesîle edip, duâ ettik Allah'a,
Çok şükür bu duâmız, bitmemişti ki daha,
Bir kartal, hızla indi, geminin üzerine,
Ağzındaki bohçayı bırakıp gitti yine.
Onu açıp gördük ki, iplik dolu hep içi,
O iplerle bağlayıp, hâllettik hemen işi.
Duânızla kurtulduk, hamd olsun Rabbimize,
Şu beş yüz dirhem dahî, hîbedir bizden size.
Gerçi Hak teâlâdır, bunları yaptıran hep,
Ve lâkin bu iş için, O sizi kıldı sebep.”
Gözleri yaşararak, aldı onu eline,
O ihtiyar hâtunu, dâvet etti evine.
Gelince kendisine, buyurdu ki: “Ey hâtun,
O ipleri pazarda, sen kaça satıyordun?”
Yirmi dirhem deyince, buyurdu ki: “Pekâlâ,
Bak sana daha fazla, gönderdi Hak teâlâ.
O Allah ki kefildir, rızkına mahlûkatın,
Rızık için boş yere, kendini üzme sakın.”
GÖRDÜĞÜN HIZIR İDİ
Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî zamanında,
Yahyâ Efendi diye, vardı ki bir evliyâ.
Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi,
Büyük zât olduğunu, bilir ve çok severdi.
Velî Yahyâ Efendi, hazret-i Hızır ile,
Sık sık görüşür idi, Allah'ın izni ile.
Pâdişâh bu durumu, çok iyi biliyordu,
Kendisi de Hızır’la, görüşmek istiyordu.
Çıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye,
Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortaköy’e.
Yahyâ Efendiye de, gönderdi ki bir haber;
O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun ricâsı ile,
Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle.
Sultanın parmağında kıymetli yüzük vardı.
O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı.
İyice farkedince, bunu Sultan Süleymân,
O kıymetli yüzüğü, çıkarıp parmağından,
Dedi ki: “Siz gâliba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.”
O zât aldı yüzüğü, evirip çevirerek,
Atıverdi denize, hem de gülümseyerek.
Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar,
Çok hayret ettiler ki, acabâ bu ne yapar?
Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya yanaş” dedi.
O kişi tam inerken bir avuç su alarak,
Uzattı pâdişâha, göz altından bakarak.
Avcundaki o suda attığı yüzük vardı,
Pâdişah bunu görüp, hayretten dona kaldı.
Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda, kayboldu göz önünden.
Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ Efendiye ki
“Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?”
“Efendim gördüğünüz, Hızır idi” deyince,
Dedi: “Bunu ne için, demedin daha önce.”
Buyurdu: “O kendini, tanıttı hükümdârım,
Lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım.”
HAKÎKÎ SEVGİ NASILDIR?
Yahyâ bin Muâz ki, evliyânın büyüğü,
Verâ ile takvâda, vardı çok üstünlüğü.
Meşhurdu insanlara, vâz ile nasîhati,
Çok insan o sâyede, buldular hidâyeti.
Buyurdu:"Ey insanlar, gafleti atın artık,
Dünyâ uyku gibidir, âhiret uyanıklık.
Uyuyup rüyâsında, ağlarsa biri şâyet,
Uyanınca sevinir, ferâhlanır o gâyet."
Öyleyse Allah için, ağlayın ki bu demde,
Rahata eresiniz o ebedî âlemde.
Buyurdu ki: "Bir sevgi, hakîkî ise şâyet,
Bir iyilik görmekle, hiç artmaz o muhabbet,
Ve yine bir kötülük, görse de sevdiğinden,
Ona olan sevgisi, azalmaz eskisinden."
Buyurdu: "Sen ne kadar, edersen Hakk'a tâat,
İnsanlar da o kadar, sana eder itâat.
Sen Allah'a ne kadar, eylersen günah, isyân,
Sana dahi o kadar, karşı gelir çok insan."
Ve yine buyurdu ki: "Doğru, hâlis âlimler,
Sana, ebeveyninden, daha şefkatlidirler.
Zîrâ onlar katarak, gündüze gecesini,
Cehennem ateşinden, kurtarır en son seni,
Ve lâkin ebeveynin, sana merhametinden,
Kurtarır ancak seni, dünyâ felâketinden."
Buyurdu ki: "Dünyâya, aldanma, iyi tanı,
O hep dolup boşalır, sanki bir yolcu hanı.
Bugün dünyâda isen, olmazsın belki yarın,
Hazırla azığını, gaflete gelme sakın!
Elini çabuk tut da, hazırlan bir an evvel,
Zîrâ yaşayanlara, âni gelir hep ecel.
Eğlenmeyi bırak da, ibâdet yapmaya bak,
Zevk ü safâ sürmeyi, gel âhirete bırak."
Buyurdu:"Bir âlimde, varsa dünyâ sevgisi,
Onun, hiçbir kimseye, olmaz bir fâidesi.
Zîrâ kendine bile, hayrı olmaz ki zâten,
Nerde kaldı gayriyi, kurtarsın felâketten."
Buyurdu:"Şâyet ölüm, konsa idi pazara,
Ehlullah, başka şeye, vermezlerdi hiç para.
Cehennem'e götüren, amelleri işleyip,
Sonra kalkıp Cennet'e, tâlip olmak ne garip.
Ahmak şu kimsedir ki, çok günah işlerde hep,
Sonra Hak teâlânın, affını eder talep.
Akıllı da şudur ki, dünyâyı terk etmeden,
Âhiret azığını, hazır eder gitmeden.
Bilir ki âhiretin, tarlasıdır bu dünyâ,
Eker tohumlarını çalışır ekseriyâ.
Kabire girmeden önce oraya hazırlanır,
Bilir ki her mümine, orada suâl vardır.
O, ölmeden öğrenir, cevabını onların,
Bilir ki kendisine, sorulur bunlar yarın."
Buyurdu ki: "Îmânın, tam doğruysa Allah'a,
Sana, bundan kıymetli, bir nîmet olmaz daha.
Öyleyse kork ve titre îmânın gitmesinden,
Zîrâ bir kelimeyle, gidebilir o senden."
YA'KÛB-İ ÇERHÎ
Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,
Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya
İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin,
Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için.
Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet,
Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet.
Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine,
Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine.
Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki,
Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.
Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye,
Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye.
İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus:
"Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?"
Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben,
Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen."
Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste,"
Dedi ki:"Resûlullah, buyurdu ki hadîste:
"Hak teâlâ sever ve seçerse birisini,
Kulların kalbine de, düşürür sevgisini."
Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve,
Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.
Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan,
Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman.
Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona:
"Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a."
Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde,
Sonra da gitmek için, istedi müsâade.
Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin,
Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?"
Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini,
Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni."
Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan,
Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan.
O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine,
Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine.
Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz,
Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."
Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar,
Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar?
Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize,
Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize.
Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz,
Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz."
Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde,
Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde.
"Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi.
O sabah namazını, kılar kılmaz beraber,
Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler."
Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın,
Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın."
İŞ HİZMETTE
Yûnus Emre, mânevî, bir işâret alarak,
Vardı Tapduk Emre'nin hizmetine koşarak.
Otuz yıl hizmet edip, zannetti ki, kendinde,
İlerleme olmadı, mânevî âleminde.
Üzüntüden kendini, atıverdi dağlara,
Baş açık, yalın ayak, dolaşırken bir ara,
Bir gün iki kişiye, rastladı birden bire,
Onları çok severek, dost oldu onlar ile.
Yemek vakti gelince, duâ etti birisi,
O anda indi gökten, yemek dolu bir tepsi.
Üçü de yiyip içip, şükrettiler Allah'a,
Akşam vakti öbürü, duâ etti bir daha.
Yine aynı şekilde, bir tepsi indi gökten,
Öyle ki bu yemekler, nefisti ötekinden.
Üçüncüde Yûnus'a dönerek o müminler;
"Sıra sende, şimdi de, sen duâ et." dediler.
O zaman Yûnus Emre, kaldırdı ellerini,
Dedi ki: "Yâ İlâhî, mahcup eyleme beni.
Onlar kimin ismiyle, duâ ettiler ise,
O zâtın hürmetine, bir sofra gönder bize."
Duâsı biter bitmez, baktılar biraz sonra,
İndi gökten bu sefer, daha büyük bir sofra.
Dediler: "Ey arkadaş, nasıl oldu bu öyle,
Sen kimin hürmetine, duâ ettin ki böyle?"
Dedi ki: "Siz söyleyin, siz nasıl ederdiniz?
Siz kimin yüzü suyu, hürmetine derdiniz?"
Dediler: "Taptuk Emre, yanında hizmet yapan,
Yûnus'un hürmetine, istiyorduk her zaman."
Yûnus bunu duyunca, dergâha döndü yine,
Yattı Taptuk Emre'nin, kapısının önüne.
O zaman hocasının, görmüyordu gözleri,
Evde, el yordamıyla, yürüyordu ekseri.
Çıkıyorken, ayağı, takılınca bir şeye,
Dedi: "Bizim Yûnus mu, gelip yatmış eşiğe."
Ve elinden tutarak, kaldırdı onu yerden,
Yûnus, Yûnusluğunu, kazanmıştı o günden.
Dağdan odun taşırdı, yıllarca o dergâha,
O mânevî kapıdan, ayrılmadı bir daha.
Yûnus unutulmadı, yüzyıllar geçse bile,
Zîrâ hizmet etmişti, üstâdına zevk ile.
BİR NAZAR
Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya,
Tahsîl-i ilim için, geldiler Buhârâ'ya.
Zâhirî ilimleri, öğrenip bir âlimden,
İçlerine bir ateş, düşüverdi âniden.
Dediler ki: "Öğrendik, zâhirî ilimleri,
Lâkin ihlâs olmazsa, gidemeyiz ileri.
Bu ihlâsı kazanmak, mümkün olmaz bu yerde,
Yükselmemiz gerekir, bâtınî ilimlerde.
Bâtın ilmini dahi, öğrenemezsek eğer,
Bu tahsîl ettiğimiz, ilimler boşa gider."
Bir kâmil-i mükemmil, kişi bulmak üzere,
Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere.
Bu dört gençten birinin, ismi Seyyid Atâ'dır,
Yâni Resûlullah'ın, evlâdından bir zâttır.
Semerkant yakınından, geçer iken bu gençler,
Bir ihtiyar kimseyi görür ve eyleşirler.
O kişi, çalılıktan, yakmak için evinde,
Odun topluyor idi, onların geldiğinde.
Dediler: "Şunun için, seferdeyiz şimdi biz,
Bir kâmil rehber bulup, bağlanmaktır gâyemiz."
Meğerse o ihtiyar, Zengî Atâ nâmında,
Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında.
Zengî Atâ cevâben, şöyle dedi gençlere:
"Aradığınız benim, gitmeyin başka yere."
Onlardan iki tanesi, ona tam inandılar,
Velâkin Seyyid Atâ, hiç etmedi îtibâr.
Düşündü: "Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek,
Bu siyâhî kişi mi, beni irşâd edecek?"
Kalben geçirdiyse de, bir an için bu fikri,
Yine de yapıyordu, günlük vazifeleri.
Yaptı o da yıllarca, riyâzet, mücâhede,
Lâkin bir ilerleme, pek olmadı yine de.
En son Anber Ana'ya, gelip arz eyledi ki:
"Anacığım, üstâda, şunu haber verin ki,
Seyyid Atâ soruyor: "Ne olacak benim hâlim?
Yıllarca buradayım, açılmadı bu kalbim.
Diğer arkadaşlarım, yükseklere çıktılar,
Bendeyse ilerleme, olmadı zerre kadar."
Dedi ki: "Sen bu gece, bir keçenin içine,
Sarılıp, tevâzuyla yat kapı eşiğine.
Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar,
Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar."
Seyyid Atâ o gece, girdi keçe içine,
Uzandı üstâdının, kapısı eşiğine.
O gece Zengî Atâ, namaza kalktığında,
Gördü ki biri yatar, eşiğinin altında.
Tam basacak idi ki, göğsünün üzerine,
O tutup ayağını, öpüp sürdü yüzüne.
Buyurdu ki: "Kimdir o, yatmış eşik önüne?"
Dedi: "Seyyid Atâ'yım, muhtâcım himmetine."
Buyurdu ki: "Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin,
Üzülme, bundan sonra, açılır artık kalbin."
O anda bir teveccüh, etti Seyyid Atâ'ya,
Çıkardı tasavvufta, en üstteki noktaya.
Onların bir nazarı, bulunmaz ganîmettir,
İnsanı en alçaktan, bâlâlara yükseltir.
Onların hürmetine, yâ Rabbî, affet bizi!
Onların sevgisiyle, tenvîr et kalbimizi.
ŞAŞARIM KİBİRLİYE
Hazret-i Hüseyin'in, bir mübârek oğludur,
Ve hazret-i Ali'nin, kıymetli torunudur.
Muhakkak kılar idi, her gecede bin rek'at,
Ölünceye kadar da, devâm etti bu tâat.
Çok korkardı Rabbinden, ömrünün her ânında,
Bilhassa titrer idi, abdeste kalktığında,
Sebebini sordular, buyurdu ki o zaman:
"Ben kimin huzûruna, çıkacağım birazdan?"
Bir kimse arkasından, onu gıybet etmişti.
Öğrenice, o zâta, gidip şöyle demişti:
"Affetsin Rabbim beni, doğruysa sözün şâyet,
Yok eğer yanlış ise, seni etsin magfiret."
Bir gün hasta olmuştu, ziyârete gittiler,
Sordu ki: "Ne maksatla, geldiniz bana sizler?"
Dediler ki: "Efendim, seviyoruz sizi biz."
Sordu yine onlara: "Ne için seversiniz?"
Dediler: "Allah için, severiz biz sizi hep,
Hâlistir niyetimiz, yoktur gayri bir sebep."
Buyurdu: "Allah için, ederseniz muhabbet,
Cennet nîmetlerine, erersiniz nihâyet.
Eğer dünyâlık için, sevseniz de siz yine,
Bolca kavuşursunuz, Dünyâ nîmetlerine."
Ziyârete geldiler, bir zaman kendisini,
Emretti kölesine, yemek getirmesini.
Köle, sofra elinde, çıkarken merdivenden,
Yemek dolu o sofra, kayıverdi elinden.
Altta küçük çocuğunun, üstüne düştü hem de,
Mübâreğin çocuğu, vefât etti o demde.
Köle bunu görünce, korkudan titredi hep,
Düşündü ki: "Efendim, ne cezâ verir acep?"
Buyurdu ki: "Hiç korkma, affeyledim vallahi,
Ve seni Allah için, âzâd ettim hem dahi."
Buyurdu ki: "Şaşarım, kibreden kullara hep,
Zîrâ kibirlenecek, neleri vardır acep?
Bir damlacık su idi, sonra bir leş olacak,
Bundan gayri neleri, vardır gururlanacak?"
Buyurdu ki: "Mahşerde nidâ eder bir melek:
"Fazîlet sâhipleri, kalkıversin!" diyerek.
Bir grup kalktığında, suâl eder melekler:
"Sizin fazîletiniz, dünyâda neydi?" derler.
Onlar der: "Sıkıntıya, katlanırdık durmadan,
Kötülük yapanı da, affederdik her zaman."
Melek der ki onlara: "Haydi girin Cennet'e."
Sonra nidâ eder ki:"Sabredenler nerede?"
Bir grup kalkar yine, suâl eder o melek:
"Siz dünyâda nelere, sabrettiniz?" diyerek.
Derler ki: Rabbimize, ibâdet ederken biz,
Her türlü zorluklara, sabrederdik hepimiz.
Günahlardan sakınmak, çok zor gelse de bize,
Sabreder, işlemezdik, uymazdık nefsimize."
Onlar dahi gidince, şöyle denir bu defâ:
"Allah'ın komşuları, gelsinler şu tarafa!"
Kalkar başka bir grup, nidâ eder münâdî:
"Ey insanlar, sizlerin, ameliniz ne idi?"
Derler:"Biz Allah için, sevdik birbirimizi,
Allah için ziyâret, ettik diğerimizi,
Allah için oturup, ederdik dînî sohbet,
Allah için fakîre verirdik mal ve servet.
Allah için giderdik, hep birbirlerimize,
Dünyâ karıştırmazdık, hâlis niyetimize."
Melek der ki:"Siz dahi, sonsuz kalın Cennet'te,
Bu ihlâsın meyvesi, Cennet olur elbette."
ÂLİMİN KIYMETİ
Vehb bin Münebbih ki, Tâbiîn-i kirâmdan,
Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan.
Buyurdu ki: “Aklı ve ilmi varsa bir zâtın,
Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın.
O, binlerce câhili, parmağında oynatır,
Âlimin karşısına gelince, âciz kalır.
Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana
Ve lâkin yaklaşamaz, böyle olgun insana.
Bir çâresini bulup, kaçar onun yanından,
Câhillere yanaşıp, saptırır yollarından.”
Dâvûd aleyhisselâm, buyurdu ki: “Ey Rabbim,
Seni aradığımda, nerde bulabilirim?”
Buyurdu: “Şu kulların, yanındayım ki her an,
Ürperir kalbleri hep, benden korkularından
Ey Dâvûd, şu kimsedir, en çok sevdiğim kişi,
Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.”
Dediler ki: “Ey Vehb, çok ibâdet eyleyen,
İki zâttan hangisi, üstündür diğerinden?”
Buyurdu: “Kimin çoksa, insanlara hizmeti,
Hak teâlâ indinde, onun çoktur kıymeti.
Hele uğraşıyorsa, âhiretleri için,
Daha da kıymetlidir, indinde Rabbimizin.”
Buyurdu: “Belâlara, uğrarsa insan eğer,
Bilsin ki sıkıntıyla, yaşadı her peygamber.
Aksine rahatlığa, kavuşursa o şâyet,
Bilsin ki o büyükler, etmedi buna rağbet.”
Buyurdu: “Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan,
Kimseleri çok kolay, aldatır la’în şeytan.
Bir kimse ki, dînini, bilir ve korur onu,
Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.”
Îsâ aleyhisselâm, bir köye geldi bir gün,
Gördü ki insanların, hepsi ölmüş topyekün,
Dönüp havârilere, buyurdu: “Bakın, bu halk,
Allah'ın gazâbına, uğramışlar muhakkak.
Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahî,
Birden gelmiş onlara, bu azâb-ı İlâhî.
Îsâ aleyhisselâm, nidâ etti o zaman,
Bir tânesi dirilip, ayağa kalktı heman.
Buyurdu ki: “Suçunuz, ne idi ki acabâ,
Böyle, toplu olarak, uğradınız azâba?”
Dedi ki: “Biz dünyâyı, fazla benimsemiştik,
Çocuğun annesini, sever gibi sevmiştik.
Girince kalbimize, dünyanın muhabbeti,
Gâfil olduk Allah’tan, unuttuk âhireti.
Îkâz da etmediler, bizi âlimlerimiz,
Ve bir sabah âniden, böyle oldu hâlimiz.”
Buyurdu: “Suâl ettim, tam yedi yüz âlime,
Kime denir akıllı, zekî ve zengin diye?
Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan,
Âhiret hazırlığı, içindedir durmadan.
Zekî de rağbet etmez, dünya mâl-ü mülküne,
Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine.
Zengin ise rızkına, kanâat eyliyendir,
Başkasının malına, aslâ göz dikmeyendir.”
Bu mübârek zâtların, hürmetine İlâhî,
Akıllı olanlardan, eyle sen bizi dahî.
ÂŞIKTI PEYGAMBERE
Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,
Her hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere.
İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi,
Yok idi ondan başka, dünyâda bir kimsesi.
Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı,
Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı.
Yanıp tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile,
Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile.
O yaşlı annesine, yaparak her gün hizmet,
Çok hayır duâsını, almıştı uzun müddet.
İzin istediyse de, Resûlü görmek için,
Kimsesi olmayınca, vermedi ona izin.
Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü,
Yemen’e çevirerek, buyurdu ki bir günü:
“Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından,
Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman,
Kıyâmette o kişi, Allah'ın izni ile,
Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”
Harem bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i,
Bir gün onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi.
Sordu bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?”
Dedim ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”
Buyurdu ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini,
Lüzum yok tanımaya, O’ndan gayri birini.”
“Yine söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında,
Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında.
Günahın küçüğü de, çok büyüktür muhakkak,
Zîrâ o günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.”
“Az daha söyle” dedim, buyurdu ki: “Vallahî,
Baban ve deden gibi, öleceksin sen dahî.”
Rebî’ der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye,
Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye.
Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen,
Sonra kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden.
Bir namazı bitirip, kalkardı diğerine,
Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine.
Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi,
Sonunda el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:
“Sana sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden;
Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.”
Ben bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana.
Bundan ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.”
Bir dostu kendisini, ziyârete gelmişti,
“Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:
“Bir insan ki, yârına, bilmez çıkacağını,
Tahmin et, sen o kulun, nasıl olacağını.”
Dedi: “Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.”
Buyurdu ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?”
“Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise,
Bilme başka birini, O kâfi gelir size.”
“Bir nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e,
Sordu ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?”
“Elbet bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer:
“Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler.
Bir kulu ki, Allah'ı, bilirse onu şâyet,
O’ndan gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”
Buyurdu ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan,
Tevâzû etmelidir, her kişiye, her zaman.
Şerefli olmak için, takvâ ehli olunuz,
Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”
GİZLERDİ KENDİSİNİ
Bir an geri durmazdı, Rabbine ibâdetten,
Buna rağmen kendini, gizler idi herkesten.
Kalbi Resûlullah'ın, dolu idi aşkıyle,
Aslâ unutmuyordu, Rabbini bir an bile.
Kimseyi incitmedi, incinmedi kimseden,
Her hâli insanlara, ibret oldu tamamen.
Resûlullah, vasiyet, etmişti sahâbeye,
(Bu hırkamı götürüp, verin Veysel Karânî’ye.)
Alî bin Ebî Tâlip, bir de hazret-i Ömer,
Bu mübârek hırkayı, Kûfe’ye götürdüler.
Sorup araştırdılar, onu Kûfelilerden,
Lâkin tanımadılar, Üveys’i târiflerden.
Dediler: “Üveys diye, biri var bu beldede,
Lâkin aradığınız, o değildir herhâlde.
Zîrâ divânedir o, çok tuhaftır hâlleri,
Arne denen vâdide, deve güder ekserî.
Kaçar hep insanlardan, hiç gelmez aramıza,
Çok zaman yalnız olur, sokulmaz yanımıza.
Halk ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar,
Böyle garip biriyle, sizin ne işiniz var?”
Hazret-i Ömer Fârûk, buyurdu ki cevâben:
“Odur aradığımız, gösterin bize hemen.”
Sonra târif edilen, mahâle yürüdüler,
Yaklaşınca, Üveys'i, namaz kılar gördüler.
Bekledi Ömer Fârûk, bitirdi namâzını,
İletti hemen sonra, Resûl’ün selâmını.
Dedi: “Resûlullah'ın, size selâmları var,
Şu kendi hırkasını, size etti yâdigâr.”
Ve buyurdu ki: “Üveys, giysin de bu hırkayı,
Günahkâr ümmetime, bol eylesin duâyı.”
Veysel Karânî sevinçten, şaşkına döndü birden,
Resûl’ün hırkasını, alarak ellerinden,
Sevgi ve saygı ile, öpüp sürdü yüzüne,
Üzerine kapanıp, duâ etti Rabbine:
“Yâ Rabbî, bu mübârek, hırkanın hürmetine,
Merhamet et günahkâr, Muhammed ümmetine.”
Lâkin Veysel Karânî, kalkmadı yerden heman,
Onlar başı ucunda, beklediler çok zaman.
Öyle uzun sürdü ki, pekçok merak ettiler,
“Acabâ emr-i Hak mı, vâki oldu?” dediler.
Hatta endîşeleri, çoğaldı beklemekten,
Seslendi Ömer Fârûk, “Yâ Üveys!” diyerekten.
Başını kaldırarak, buyurdu ki: “Yâ Ömer,
Az daha bekleyip de, çağırsaydınız eğer,
Rabbim affediyordu, bu ümmeti tamâmen,
Çağırdınız, bir kısmı, kaldı affedilmeden.”
Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî,
Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî
RABBİNİ BİLİR MİSİN?
Üç gün üstü üstüne, hiç yemek yememişti,
Dördüncü gün evinden, bir çıkayım demişti.
Yolda altın bir para, ilişti gözlerine,
(Birinden düşmüş) diye, almadı onu yine.
Sonra baktı bir koyun, geliyordu ilerden,
Ağzında altın para, gelip durdu âniden.
“Başkasınındır” diye, ona ilişmemişti,
Koyun dile gelerek, ona şöyle demişti:
“Senin kulu olduğun, Allahın kuluyum ben,
Rabbinin gönderdiği, bu rızkını al hemen.”
Aldı Veysel Karânî, o altını mecbûren,
Sonra baktı o koyun, kayboldu göz önünden.
Buyurdu ki: “Allah'ı, tanırsa biri şâyet,
Gizli kalmaz dünyâda, hiçbir şey ona elbet.
Yüksekliği aradım, baktım tevâzûdadır,
Başkanlığı aradım, gördüm nasîhattedir.
Kim ki şeref ararsa, sarılsın ibâdete,
Kim zenginlik ararsa, tutunsun kanâate.”
Geldi Veysel Karânî, Medîne beldesine,
Girdi Resûlullah'ın, mübârek türbesine.
Görünce o türbeyi, bayılıp düştü yere,
Kendine geldiğinde, dedi ordakilere;
“Götürün burdan beni, bu yerde yaşıyamam,
Ben bu yerde olursam, hayattan tad alamam.
Allah'ın Resûlünün, medfun olduğu yerde,
Benim hayatta olmam, yakışır mı edebe?”
ELİMDE BERAT YOKTUR
Allah korkusu ile ağlardı çoğu zaman,
Günah şüphesi ile, kaçardı çok mübahtan.
Hanımı demiştir ki: “Vüheyb’in her bir günü,
Ağlamakla geçerdi, görmedik güldüğünü.”
Sordular ki: “Ne için, ağlarsınız her sâat?”
Buyurdu: “Yok elimde, Cehennem'den bir berât.
Ben ve siz, bütün kullar, o kıyâmet gününde,
Geliriz hesap için, başlarımız önünde.
Allah'ın huzûrunda, hesâba çekiliriz,
Biz bunu bile bile, nasıl gülebiliriz?”
Günah işlememeye ediyordu çok gayret,
Devam üzre nefsine, ederdi muhâlefet.
Gece herkes uyurken, o ibâdet ederdi,
Âhiret derdi ile, ağlayıp yaş dökerdi.
Dediler ki: “Ne için, rağbetin yok yatmaya?”
Buyurdu ki: “Cehennem, insan bekler yakmaya.
Bir kul ki, bu ateşten, henüz emîn değildir,
O, nasıl râhat olur, nasıl uyuyabilir?”
Bir gece de ibâdet, ediyordu evinde,
Ağladı uzun süre, secdeye gittiğinde.
Gözlerinin yaşıyla, ıslandı seccâdesi,
Onun, umûmiyetle, böyleydi her gecesi.
Derdi ki: “Ne kadar çok, muhtaç isen Rabbine,
Sen dahî o kadar çok, kulluk yap kendisine.
Kudreti de ne kadar çok ise seninkinden,
Sen dahî o kadar çok, kork, titre kendisinden.
Ve rabbin ne kadar çok yakınsa sana şayet
Sen dahî o nisbette kendisinden hayâ et”
Tevekkülü o kadar, çok idi ki Rabbine,
Bakıp hayret ederdi, herkes onun hâline.
Derdi ki: “Yerler kalay, bakır olsa gök dahî,
Kapılmam endîşeye, rızık için vallahî
Zîrâ Rabbim kefildir, rızıkları vermeye,
O hâde ne lüzum var, bunu dert edinmeye?”
Annesi, içsin diye, süt verdi kendisine,
İçmeden sordu şunu, hemence annesine:
“Bu sütü sağdığınız, o koyun, bu arada,
Acep otlamış mıdır, bir yabancı mer’ada?”
Annesi söyleyince, otladığı yerleri,
İçmekten vaz geçerek, bardağı verdi geri.
Zîrâ öyle bir yerde, otlamıştı ki koyun,
O yerde hakkı vardı, insanların çoğunun.
Vâlidesi dedi ki: “Evlâdım, al iç bunu,
Affeder Hak teâlâ, hatâ eden kulunu.”
Buyurdu: “İşleyip de, bir günahı bilerek,
Sonra uygun olur mu, affolmayı beklemek?
Günah ateş gibidir, diye bilen bir insan,
Rabbine, bile bile, eder mi günah, isyân?”
OĞLUM HORASAN'A GİT!
Bir talebesi vardı, Ubeydullah Ahrâr'ın,
Yıllarca sohbetinde, bulunmuştu bu zâtın.
Horasan'dan gelerek, girmişti hizmetine,
Kavuşmuştu böylece, yüksek himmetlerine.
Yanına çağırarak, bir gün bu talebeyi,
Sordu: "Düşünmez misin, memlekete gitmeği?"
Arz etti ki: "Efendim, bir mecbûriyet hâriç,
Yanınızdan ayrılıp, gitmeği istemem hiç."
Buyurdu ki:"Evlâdım, Horasan'a git hemen,
Sıkıntı veriyorlar bana, baban ve annen."
Peki efendim deyip, gitti o Horasan'a,
Söyledi bunu aynen, anne ve babasına.
Onlar bunu duyunca, ağladılar bir nice,
Zîrâ hatâlarını, anladılar iyice.
Dediler: "Biz beş vakit, namazı müteâkip,
Ubeydullah Ahrâr'a, biraz teveccüh edip,
Ve duâ ederdik ki, peşinden Rabbimize,
Artık izin versin de, göndersin seni bize."
O dahî çok ağlayıp, gitmeğe aldı izin,
Kavuştu üstâdına, bir daha dönmeksizin.
Ubeydullah Ahrâr'ı, sevenlerden birinin,
Bir hizmetçi kölesi, var idi gâyet emîn.
Bir gün nasıl olduysa, kaybetti kölesini,
Aradı Semerkand'ın, her ücrâ köşesini.
Lâkin bulamayınca, oldu çok müteessir,
Bunun ızdırâbiyle, dünyâsı oldu zehir.
Çünkü her bir işini, yapardı o hizmetçi,
Bunun üzüntüsüyle, kavrulup yandı içi.
Gezerken yine onu, aramak gâyesiyle,
Ubeydullah Ahrâr'ı, gördü talebesiyle.
Atının dizginini, tutarak gidip derhâl,
Ağlayıp arz etti ki, "Böyledir işte ahvâl.
O benim her şeyimdi, artık siz bilirsiniz,
Bu derdimi ancak siz, hâlledebilirsiniz."
O, eliyle gösterip, köylerden birisini,
Buyurdu: "Aradın mı, şu köyde kendisini."
Dedi: Evet aradım, lâkin hepsi nâfile.
Buyurdu: "Yine ara, ordadır belki köle."
"Peki" deyip doğruca, o köye vardı hemen,
Ve buldu kölesini, o köyde hakîkaten.
Su dolu bir testiyle, şaşkın oturuyordu,
Yaklaşıp, neredeydin?, diyerek ona sordu.
Dedi: "Evden dışarı, çıkmıştım ki bir ara,
Bir atlı beni tutup, kaçırdı uzaklara.
Sonra da Köle diye, birine sattı beni,
Günlerdir görüyordum, o zâtın hizmetini.
Bu gün de göndermişti, ırmaktan su almağa,
Şu testiyi alarak, gitmiştim o ırmağa.
Doldurup tam geriye, dönecektim ki, birden,
Kendimi burda buldum, şaşırdım hayretimden.
"Rüyâ mı görüyorum, uyanık mıyım" diye,
Hayret içerisinde, dalmıştım düşünceye.
İşte bu şaşkınlıkla, bu yerde otururken,
Sizin geldiğinizi, farkettim tâ ilerden."
O kişi öğrenince, işin hakîkatini,
Anladı o velînin, büyük kerâmetini.
BÜYÜKLERE DANIŞIN
Ubeydullah-ı Ahrâr, Hak âşığı bir velî,
Sohbeti, insanlara, olurdu fâideli.
Şefkat ve merhameti, pekçoktu yârânına,
Her kimin derdi olsa, koşup gelirdi ona.
Kim düşse sıkıntıya, dünyâ ve âhiretlik,
O işin hâlli için, ona gelirlerdi ilk.
Yanına giren herkes, kederli olsa da pek,
Çıkıyordu mutlaka, neş'eli ve gülerek.
Öyle emir almıştı, çünkü o, üstâdından,
Girenler, sevinç ile, çıkıyordu yanından.
Buyurdu: "İnsanların, rızkını cenâb-ı Hak,
Kullarının eliyle, verir âdet olarak.
Her kim bol bol verirse muhtâçlara malını,
Çoğaltır Rabbimiz de, ona ihsânlarını.
O kısarsa, Allah da, ona kısar şüphesiz,
Yâni ihsân edene, ihsân eder Rabbimiz."
Bir gün de buyurdu ki: "Allah adamlarının,
Yalnız zâhirlerine, bakmayın aman, sakın!
Aldanır büyüklerin, dış hâline bakanlar,
İstifâde yerine, görürler büyük zarar.
Zîrâ cenâb-ı Allah, "İnsanlık sıfatları",
Altında gizlemiştir, dünyâda bu zâtları.
Kureyş kâfirleri de, Allah'ın Resûlünün,
Zâhirine bakarak, aldanmışlardı o gün.
Derlerdi ki: "Bu nasıl peygamberdir, şaşılır,
Bizim gibi yer içer, sokaklarda dolaşır."
Lâkin îmân edenler, O'na, peygamber diye,
Bakarak kavuştular, rızâ-i İlâhîye."
Buyurdu ki: "Îmânın, sûret ve aslı vardır,
Bu bâbda, bir büyük zât, şöyle buyurmuşlardır:
"Senelerdir îmânı, anlattım zaman zaman,
Ve lâkin üçü beşi, geçmedi tam anlayan."
Bu sözün hikmetini, hocamdan suâl ettim:
"İmânı tam anlamak, niçin zordur efendim?
Âmentü'nün îzâhı, var din kitaplarında,
Onu da her müslüman, ezber eder ânında."
Buyurdu: "Âmentü'yü, bilip ezberlemekle,
Îmânın hakîkati, kolayca geçmez ele.
Asıl îmân şudur ki, Allah'tan korkusundan,
Bir küçük günah bile, geçirmez hâtırından.
Meselâ kul hakkını, düşündüğünde o zât,
Ayağını uzatıp, yatamaz rahat rahat."
Bir gün de buyurdu ki: "Kardeşim aman sakın,
Büyüklere sormadan, bir işe kalkışmayın!
Yanılır ekseriyâ, çünkü sizin aklınız,
Sonu pişmanlık olur, sormadan yaparsanız.
Hâlbuki akl-ı selîm, sâhibidir büyükler,
Her kararda, doğruyu, isâbet ettirirler.
Kendi aklını atıp, kim uysa bu zâtlara,
Dünyâ ve âhirette, uğramaz bir zarara.
Her kim de beğenirse, yalnız kendi aklını,
Kabûllenmiş demektir, o kendi zararını.
Hâlbuki bir müslüman, bir iş yapmadan önce,
Bir Allah adamına, danışırsa güzelce,
Hayırsız olsa bile, netîcesi o işin,
Hayra tebdîl olunur, ona sorduğu için."
BİR BARDAK SU
Sultan, Ebü'l-Vefâ'dan, etti ki bir gün niyâz:
"Efendim benim için, nasîhat edin biraz."
Buyurdu ki: "Ey sultan, sen bu halka "Çoban"sın,
Onun için teb'ana, zulmetme aman sakın!
İnsâf ve adâletle, hükmedersen sen eğer,
Allah saltanatını, uzun ömürlü eder.
Ve eğer milletine, yaparsan ezâ cefâ,
Hak teâlâ bu mülkü, senden alır bu defâ.
Ey emîrel müminîn, düşün ve aç gözünü,
Beyhûde şeyler ile, geçirme şu ömrünü.
Hiç şüphen olmasın ki, bir gün sen de ölürsün,
Yaptığın her amele, bir karşılık görürsün!
Öyleyse öyle amel, icrâ et ki bu günde,
Göresin faydasını, yârın mahşer gününde.
Bu gün her ne yaparsan, yârın çıkar karşına,
Allah'a gizli yoktur, O, her şeye âşinâ.
Sonra hiç unutma ki, bir damla sudur aslın,
Sonra ölüp bir avuç, toz toprak olacaksın!
İstifâde ettiğin, şu güzelim âzâlar,
Allahü teâlânın, sana ihsânıdırlar.
Akıl, şuur ve idrâk, el ayak, göz ve kulak,
Hepsini senin için, bahşetti cenâb-ı Hak.
Hepsi âhenk içinde, çalışır muntazaman,
Bu nîmetin şükrünü, yapabilir mi insan?
Hak teâlâ sana hem, ayrıca da bir nîmet,
Verdi ki, senin emrin, altındadır şu millet.
Lâkin bu insanların, hesâbı âhirette,
Tek be tek hepsi senden, sorulacak elbette.
Başladı ağlamaya, sultan duygulanarak,
İçi yanıp birinden, su istedi bir bardak.
Getirilen o suyu, tam içerken bu defâ,
"Dur, hemen içme" dedi, sultana Ebü'l-Vefâ.
Buyurdu: "Bir sahrâda, farz et bulunuyorsun,
İçmeğe bir damla su, bile bulamıyorsun.
Susuzluğun o kadar, çoğalsa ki, sonra da,
Ölecek gibi olsan, nihâyet o sahrâda.
Son anda biri gelse ve elinde şu bardak,
Geçip senin karşına, o bardağı tutarak,
Dese ki: "Servetinin, yarısını verirsen,
Suyu sana veririm", ne cevap verirsin sen?"
Dedi: "İstediğini, veririm hemen elbet,
Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar o servet?"
Buyurdu ki: "Pekâlâ, verdin istediğini,
Suyu içip ölümden, halâs ettin kendini.
Ve lâkin bu sefer de, idrâr yapamıyorsun,
Öyle ki sancısından, bir an duramıyorsun.
O zaman da o kimse, dese ki sana yine,
"Kavuşturabilirim, seni ben sıhhatine.
Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,
Vermelisin" der ise, verir misin onu da?"
Sultan hiç tereddütsüz, dedi: "Elbet veririm,
Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?"
Buyurdu ki: "Öyleyse, şu bir bardak su kadar,
Değeri bulunmayan, bir servet neye yarar?
Ârif olan, bu mala, verir mi değer kıymet?
Kalbinde hiç besler mi, ona sevgi, muhabbet?"
Sultan, Ebü'l-Vefâ'nın, öperek ellerini,
Dedi: "Çok haklısınız, affedin lütfen beni."
SEYYİDLERİ ÜZMEK
Bir zamanlar Irak'ta, Berzencî ve Hayderî,
Nâmında iki büyük, kabîle var idi ki,
Bunların arasına, girerek bir husûmet,
İlerleyip savaşa, döndü bu en nihâyet.
Ne kadar sözü geçen, îtibârlı adamlar,
Araya girdiyse de, mâni olamadılar.
Çâresizlik içinde, dedi ki bir çokları;
"Nehri'de Seyyid Tâhâ, barıştırır bunları."
Bir heyet tertîb edip, yollandılar Nehri'ye,
Ve bunu arz ettiler, Tâhâ-i Hakkârî'ye.
Dediler: "İşte böyle, çok müşkîldir vaziyyet,
Bunu hâlletmek için, buyursanız bir himmet.
Şu an iki kabîle, savaşmak üzeredir,
Kalmadı başka çâre, bütün ümit sizdedir."
Hem dînî, hem insânî, vazîfe olduğundan,
Kabûl edip, onlarla, Irak'a oldu revan.
Hâdise mahalline, gelirken yavaş yavaş,
Başlamak üzereydi, neredeyse bir savaş.
Lâkin teşrîf edince, oraya bu velî zât,
Ânında sona erdi, bu büyük fitne fesat.
Zîrâ iki taraf da, görüp Seyyid Tâhâ'yı,
Ânında bıraktılar, bu döğüş ve kavgayı.
Ve çok büyük hürmetle, onu karşıladılar,
Sonra birbirleriyle, barışıp anlaştılar.
Bu mahalden Nehri'ye, dönerken bu büyük zât,
Bir çeşmenin başında, eyledi istirahat.
Yanlarında bin kişi, vardı ki o zamanlar,
Buyurdu herbirine bir teveccüh ve nazar.
Bu, öyle bir teveccüh ve öyle nazardı ki,
Çok az vâki olmuştu, târihte bunun gibi.
Zîrâ o teveccühte, vardı ki bir bereket,
Beşyüz kişi bir anda, oldu ehl-i kerâmet.
Bir gün de seyyidlerden, iki kişi, bir ara,
Bir hayli hediyeler, yükleyip katırlara,
Hediye etmek için, Tâhâ-i Hakkârî'ye,
Irak'tan yola çıkıp, gelirlerdi Nehri'ye.
Lâkin Mûsâ Bey diye, bir münâfık, onları,
Durdurup, yükleriyle, gasbetti katırları.
O iki seyyid ise, üzülüp bu vak'aya,
Gelip haber verdiler, bunu Seyyid Tâhâ'ya.
O da bu münâfığa, gönderdi ki bir haber:
"Peygamber evlâdıdır, üzdüğün bu kimseler
Bunun için onlara, gösterip saygı hürmet,
Derhâl katırlarını, onlara iâde et.
Yükler bana âitti, olsunlar onlar senin,
Ve lâkin kalplerini, kırma bu seyyidlerin."
Mûsâ Bey, bu haberi, aldı ise de, fakat,
Onun bu ricâsına, etmedi hiç iltifat.
Onun bu tutumunu, öğrenip Seyyid Tâhâ,
Ona, başka biriyle, saldı bir haber daha.
Yine dinlemeyince, çok üzüldü bu hâle,
Artık Hak teâlâya, etti onu havâle.
Günlerden Cumâ idi, evinde o münâfık,
Gece yatmak üzere, yapıyorken hazırlık.
Midesine şiddetli, bir ağrı saplanarak,
Ölüp gitti o gece, durmadan bağırarak.
Kapkara, kömür gibi, olmuştu cenâzesi,
Seyyidleri üzmenin, bu oldu netîcesi.
TERZİ BABA
Erzincan’da yetişen, bir büyük evliyâdır,
Ledünnî ilimlerde, o, geniş bir deryâdır.
Anne ve babasının, isteği üzerine,
Küçükten başlamıştı, terzilik mesleğine.
Dünyâya zerre kadar, hiç etmezdi muhabbet,
Âhiret ahvâline, ediyordu hep rağbet.
Her iğne batırışta, zikrederdi Rabbini,
Zîrâ Allah sevgisi, doldurmuştu kalbini.
İğneyi çekerken de, Allah derdi o yine,
Zîrâ O’ndan gayrisi, hiç gelmezdi kalbine.
Halîm ve selîm olup, mütevâzi idi pek,
Hâlini, insanlardan, gizler idi Mübârek.
Fakîrleri çok sever, bunu belli ederdi,
Onlar ile oturmak, çok hoşuna giderdi.
Bir fakîr seyyah geldi, Erzincan’a bir zaman,
Üstündeki paltosu, görünmezdi yamadan.
Kirli ve yırtık idi, sökülmüştü her yeri,
Onu diktirmek için, gezdi hep terzileri.
Ve lâkin hiç birisi, dikmedi paltosunu,
Hattâ eline bile, almadı kimse onu.
O zavallı fakîre, hiç kıymet vermiyerek,
Savdılar başlarından, istihzâ eyleyerek.
Dediler ki: “Şurada, git bul Terzi Baba’yı,
O diker üstündeki, bu pejmürde abayı,
Böyle âdi işleri, vaktimiz yok yapmaya,
Götür bunu, o yapsın, gelme artık buraya.”
Zavallı fakîr yolcu, buldu Terzi Baba’yı,
Dedi: “Diker misiniz, üstümdeki abayı?”
Buyurdu ki: “Tabiî, bırak onu sen bana,
İnşallah hemen başlar, bitiririm yarına.”
Aldı onu, yıkadı, temizledi ilk önce,
Söküklerini dikip, tâmir etti güzelce.
Ertesi gün o fakîr, geldiğinde dükkâna,
“Paltonuz hazır” deyip, kalktı ve verdi ona.
Lâkin öyle bir hâle, getirmişti ki onu,
Fakîr tanıyamadı, kendinin paltosunu.
Zîrâ baktı, yıkanmış, temizlenmiş, dikilmiş,
Yepyeni gördü onu, sanki hiç giyilmemiş.
Çok sevinip şükretti, Allahü teâlâya,
“Borcum ne kadar?” diye, sordu Terzi Baba’ya.
Buyurdu ki: “Borcun yok, âfiyetle giy onu,
Zîrâ ben, Allah için, diktim senin paltonu.”
Fakîr açtı elini, dedi ki: “Yâ İlâhî!
Evliyâ kullarından, eyle sen, bunu dahî.”
O günlerde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de,
Talebesinden olan, Abdullah-ı Mekkî’ye,
Bir icâzet vererek, demişti ki kendine:
“Sen de bu emâneti, verirsin bir ehline.”
Gönderdi sonra onu, hemen Anadolu’ya,
Ki aldığı feyzleri, saçıversin oraya.
Buyurdu: “Oralarda, bulunca bir ehlini,
O nasipli kimseye, ver bu emânetini.”
“Peki efendim!” deyip, bir grup insanlarla
Anadolu’ya doğru, Bağdat’tan çıktı yola.
Mesâfeler katedip, Erzurum’a geldiler,
Oradan da Erzincan, şehrine yöneldiler.
Erzincan sınırına, yaklaşınca mübârek,
Bir an yoldaşlarına, yüzünü döndürerek,
Dedi ki: “Hocamızdan, aldığım emâneti,
Vereceğim o şahsın, yakındır vilâyeti.
Zîrâ bana bir koku, geliyor ki bu yerde,
O zât, bu yakınlarda, bir yerdedir belki de.”
Erzincan sınırına, doğru ilerledikçe,
O kokunun şiddeti, artıyordu gittikçe.
Ne zaman ki az sonra, Erzincan’a geldiler,
Gökyüzünden o yere, nûr yağıyor gördüler.
Hem Abdullah-ı Mekki, hem dahî diğerleri,
Gördüler gökten inen, o nûr-u illâhîyi.
“Aradığım şehir, burasıdır” diyerek,
Kenar bir mahâllede, ikâmet eylediler.
Onlar teşrîf edince, bu beldeye nihâyet,
İnsanlar akın akın, eylediler ziyâret.
Her gelen hayran kaldı, onun sohbetlerine,
Ziyâretçi sayısı, çoğaldı günden güne.
Lâkin o, gelenlere, tek tek dikkat ederek,
Birini arıyordu, emâneti verecek.
Nihâyet Terzi Baba, teşrîf etti oraya.
O içeri girince, hemen kalktı ayağa.
Çağırıp, tam yanında, oturttu kendisini.
Şaşırttı bu iltifat, cemâatin hepsini.
Ona olan ilgiden, hayrete düştüler hep,
Dediler: “Bir terziye, bu iltifat ne acep?”
Lâkin o, görüyordu, onun temiz kalbini,
Zîrâ erbâbı anlar, mücevherin kadrini.
Sonra Terzi Baba’ya, buyurdu ki: “Kardeşim!
Bende bir emânet var, hocamdan almış idim.
Seni lâyık görürüm, emâneti vermeye,
Sen buna müstehaksın, vermem onu gayriye,
Bu, sana çok menfaat, çok nîmet sağlayacak,
İnsanlar akın akın, sana doğru koşacak.
Bunun için sâdece, sen Allah diyeceksin,
Onun karşılığında, çok şeye ereceksin.”
Dedi ki: “Ey efendim, nedir aslı bu işin?
Ben aslâ Allah demem, dünyalık bir şey için.”
Buyurdu ki: “Kardeşim, bu sözün ne güzeldir,
Benim dahî murâdım, bunu temin etmektir.
Benim bu teklîfime, evet dersen sen hemen,
Dünyâ muhabbetinden, kurtulursun tamâmen.
Bu, öyle bir nîmet ki, benzeri yoktur daha,
Dünyâdan uzaklaşıp, yaklaşırsın Allah'a.
Sen bu güzel sözünle, isbat ettin kendini.
Mübârek olsun sana, uzat şimdi elini.”
Sonra bir himmet ile, baktı Terzi Baba’ya,
Yükseltti tasavvufta, çok yüksek bir noktaya.
Değişti, olgunlaştı, o anda birden bire,
Kavuştu çok kıymetli, mânevî nîmetlere.
Abdullah-ı Mekkî’nin, bir himmetli nazarı,
Bir anda yükseklere, çekti o bahtiyârı.
Birkaç gün daha kalıp, yanında, en nihâyet,
Verdi Terzi Baba’ya, o gün mutlak icâzet.
O günden îtibâren, girdi başka bir hâle,
Zîrâ o, tasavvufta, ermişti tam kemâle.
Mânevî ilimlerin, deryâsına dalmıştı,
Artık o, büyük âlim, yüksek velî olmuştu.
Her konuştuğu hikmet, ibretti her bakışı,
Değişmişti bir anda, onun hayat akışı.
İnsanlar da bu hâli, başladı fark etmeye,
Gelmeye başladılar, ondan istifadeye.
Sohbetini dinleyen, kendinden geçiyordu,
Bu dünyâdan soğuyup, Hakk’a yaklaşıyordu.
Gelen hayran olurdu, onun yüksek hâline,
Zîrâ nûr saçıyordu, o herkesin kalbine.
Ziyâretçi sayısı, gün be gün artıyordu,
Bâzıları bu işe, mânâ veremiyordu,
Hakkında dedi-kodu, başladı en nihâyet,
Zîrâ kötü insanlar, eksik değildi elbet.
Derlerdi: “Bildiğimiz, şu câhil Terzi Baba,
Halk niçin akın akın, ona gider acabâ?”
Önce, yalnız câhiller, söylerdi böyle, ancak,
Sonra okumuşlar da, etti buna iştirak.
Bâzı ilim ehli de, katılınca onlara,
Erzincan’ın müftisi, şöyle dedi o ara:
“İmtihana çekelim, çağırarak kendini,
Cevap veremeyince, o da bilsin haddini.
Deriz ki: “Terzi Baba, habersizdir ilimden,
Gitmesin kimse ona, bu günden îtibâren”
Dâvetiye gönderdi, sonra Terzi Baba’ya;
“Filan gün, filan sâat, lütfen gelin buraya!”
O imtihan günü de, gelmiş idi nihâyet,
Terzi Baba dâvete, etti o gün icâbet.
Gördü ki Erzincan’da, ne kadar hoca, hâfız,
Kim varsa din adamı, müezzin, imâm, vâiz.
Toplanmışlar bir yere, bu zevâtın cümlesi,
Teşekkül ettirmişler, bir imtihan meclisi.
İçeri girer girmez, sual etti müftîye:
“Beni, ne maksat ile, dâvet ettiniz?” diye.
Dedi: “Seni buraya, çağırdık imtihana,
Bâzı dînî suâller, soracağız biz sana.”
Sordu Terzi Baba’ya, fıkıhtan birkaç suâl,
Lâkin o, doyurucu, cevaplar verdi derhâl.
Gâyeleri zor sorup, susturmaktı kendini.
O ise cevap verip, mahcup etti hepsini.
Son olarak sordu ki: “Peki ey Terzi Baba!
Sıfât-ı sübûtiyye, kaç tanedir acaba?”
Buyurdu ki: “Sekizdir, sıfât-ı sübûtiyye,
Ve lâkin size göre, sanki inmiş yediye.
Hayat, ilim, irâdet, kelâm, tekvîn, sem’, basar
Sıfat-ı sübûtiyye, size göre bu kadar.”
Şaşırdı müfti birden, dedi: “Ey Terzi Baba!
Ne demek istiyorsun, bu sözünle acaba?”
Buyurdu ki: “Ey müftî, sözüm açıktır gâyet,
Sıfât-ı sübûtiyye, sekizdir hepsi elbet,
Lâkin bu, Erzincan’da, sanki inmiş yediye
Yok mudur size göre, kudret-i ilâhiyye?
Mâlesef Erzincan’da, yaşayan bu ahâli,
İnkâr mı ederler ki, kudret-i ilâhîyi.
Allah'ın kudretine, inansalardı eğer,
Bu dedi-kodulara, vermezlerdi bir değer.
Derlerdi ki, “Bu terzi, ümmîdir gerçi, fakat,
Onu âlim yapmaya, kâdirdir cenâb-ı Hak.
Zîrâ her an, her şeye, kâdirdir Hak teâlâ,
Bir ümmîyi, bir anda, yapabilir evliyâ.”
Böyle bilseler idi, Allahü teâlâyı,
İmtihan etmezlerdi, şimdi Terzi Baba’yı.”
Mahcup oldu bu sefer, müftî ile o hey’et,
Dediler ki: “Siz büyük, bir velîsiniz elbet.”
Ellerine kapanıp, özürler dilediler,
“Bilmeden sizi üzdük, bizi affet” dediler.
O, Erzincan halkını, yıllarca etti tenvîr,
Kararmış gönüllere, verdi çok feyiz ve nûr
Bin sekiz yüz kırk yedi, yılında bu velî zât,
Yine bu memlekette, eyledi Hakk’a vuslat.
Hayattayken feyz ve nûr, saçıyorken kalbinden,
Şimdi aynı feyzleri, saçmaktadır kabrinden.
Erzincan halkı onun, kıymetini bilirler,
Onu her vesîleyle, ziyârete giderler.
Zîrâ o, o beldenin, feyz ve bereketidir,
Onun vesîlesiyle, çok murâda erilir.
Erzincan, onun ile, olmaktadır Erzincan,
Zîrâ onunla gelir, bu beldeye rûh ve can.
Yâ Rab, Terzi Baba’nın, hatır ve hürmetine,
Rahmet eyle bizlere ve hemşehrilerine.
MİNDERİN ALTINDA
Bir zamanlar birinin, bir zâta borcu vardı,
O devrin parasıyla, beş yüz akçe kadardı.
Bunu ödemek için, çok çalıştığı hâlde,
Bir türlü biriktirip, veremedi yine de.
Alacaklı o adam, zaman zaman gelerek,
İsterdi parasını, hem de sitem ederek.
"Biraz mühlet ver diye yalvardıysa da ona,
O mühlet vermeyince, çok üzüldü o buna.
Bir velînin kabrine, gitmeye karar verdi,
Onu vâsıta edip, şöyle duâ eyledi:
"Mâlumdur elbet sana, yâ Rabbî, benim hâlim,
Bu velî, hürmetine, yardımcım ol sen benim.
Ödeyebilmem için, beş yüz akçeyi buna,
Bu borcum miktarınca, parayı gönder bana."
O velî hürmetine, duâ edip dönerken,
Şâbân-ı Velî geldi, aklına onun birden.
Huzûruna vardı ki, kimse yoktu evinde,
Diz çökmüş otururdu, ibâdet mahallinde.
O içeri girince, gösterip minderini,
Buyurdu: "Gel al bunun, altındakilerini."
Hâlbuki henüz ona, bir şey söylememişti,
Ondan başka kimse de, yanına gitmemişti.
Çekinerek oradan, bir miktar para aldı,
Ve lâkin utancından, hepsini alamadı.
Allah'ın velî kulu, buyurdu ki o zaman:
"Rabbimin ihsânıdır, al hepsini oradan."
"Peki" deyip o dahi, alıverdi hepsini,
Şâbân-ı Velî ise, kaldırdı ellerini,
Acıyıp onun için, duâ etti Allah'a:
"Yâ Rabbi, bu kulunu, darda koyma bir daha."
Bu kişi hem parayı, hem duâyı aldı ve,
Sevinç ve huzûr ile, döndü ve geldi eve.
Oradan getirdiği, paraları çıkardı,
Saydığında gördü ki, tam da borcu kadardı.
Gitti hemen koşarak, o alacaklısına,
Borcunu ödeyerek şükretti Mevlâsına.
Yâ Rabbî, kul borcundan bizi de eyle halâs,
İhsân et kalbimize, kavî îmân ve ihlâs.
ÖĞÜNMEĞE DEĞER Mİ?
Bir gün Şakîk-i Belhî, hac için çıktı yola,
Bağdat'a vardığında, bir müddet verdi mola.
Hârun Reşîd, Şakîk'in, Bağdat'a geldiğini,
Duyunca dâvet etti, yanına kendisini.
Geldiğinde dedi ki: "Nasîhat eyle bana."
Buyurdu ki: "Ey Hârun, al aklını başına!
Hükümdar olmak ile, mühim bir mevkîdesin,
Sen şu büyük zâtları, rehber edinmelisin!
Rabbimiz Ebû Bekr-i Sıddîk'ın makamını,
Sana ihsân etti ki, veresin tam hakkını.
O nasıl doğru ise, sen de öyle olasın,
Onun gittiği yoldan, aslâ ayrılmayasın!
Ve verdi ki hazret-i Ömer'in makamını,
Sen de ayırt edesin, haktan bâtıl olanı.
Osmân-ı Zinnûreyn'in, makamını da sana,
Verdi ki sarılasın, hayâ ile ihsâna.
Hazret-i Ali'nin de, makamını verdi ki,
Sen de ilim sâhibi, olasın onun gibi!
Sen bu büyük zâtların yolundan ayrılırsan,
Şimdiden Cehennim'in, azâbına hazırlan!"
Hârun dedi ki: "Devâm et, öğütlerin ne güzel."
Buyurdu ki: "Ey Hârun, dikkat et, kendine gel!
Aldanma bu dünyânın, mal ve saltanatına,
Âhirette bunların, faydası olmaz sana.
Düşün şimdi bir çölde, günlerce kaldığını,
Hararetten susayıp, pekçok bunaldığını.
Tam ölecek duruma, gelmişken susuzluktan,
O anda biri gelse, hem de serin su satan.
Senin de susuzluktan, yanmışken böyle için,
Ne kadar mal verirsin, o suyu almak için?"
Dedi ki: "Ne isterse, veririm her serveti,
Olur mu hiç o zaman, malın ehemmiyeti?"
Buyurdu: "Yarısını, isterse servetinin,
Verir miydin meselâ, o suyu almak için?"
Hârun Reşid dedi ki: "Verirdim hemen elbet,
Zîrâ ben ölüyorken, neye yarar bu servet?"
Buyurdu ki: "Pekâlâ, içtin ve kandın suya,
Lâkin atamıyorsun, o suyu dışarıya,
Yâni bir damla bile, idrar yapamıyorsun,
Şiddetli sancı ile, kıvranıp duruyorsun.
O sırada biri de, çıkagelse âniden,
Dese ki kurtarırım, seni ben bu derdinden.
Ve lâkin servetinin, öbür yarısını da,
Bu kimse isteseydi, verir miydin onu da?"
Dedi: "Gâyet tabiî, seve seve verirdim,
Zîrâ ben kıvranırken, neye yarar servetim?"
Buyurdu ki: "Öyleyse, övünme malın ile,
Bir içimlik su kadar, kıymeti yokmuş bile."
Hârun Reşid ağlayıp, dedi: "Söyle az daha."
Buyurdu ki: "Ey Hârun, tövbe et, dön Allah'a!
Tövbeyi bir an bile, aslâ geciktirme ki,
Tövbe etmeden önce, ölebilirsin belki.
Muhakkak pişman olur tövbeyi geç yapanlar,
Zîrâ ecel çok zaman, âni gelip yakalar."
Bu mübârek velînin hürmetine İlâhî,
Pişman olmayanlardan, eyle sen bizi dahi.
AKILLI KİMMİŞ
Bir gün zengin birisi, Şakîk hazretlerine,
Gelip şöyle söyledi, o gün kendilerine:
Dedi ki: “Ey efendim, ben zengin bir kimseyim,
Her ihtiyacınızı, karşılamak isterim.”
Bu teklîfi dinleyip, buyurdu ki: “Kardeşim!
Olabilir ve lâkin, şartlarım vardır benim.
Bana verdiğin için, malın noksanlaşırsa,
Veya hırsız gelip de, malların çalınırsa,
Yâhut da vaz geçersen, ilerde bu fikrinden,
Bir kabâhatim ile, dönersen niyetinden.
Yâhut vefât edersen, bir gün âni olarak,
Nafakasız kalırsam, o zaman ne olacak?
Bütün bu hususlarda, temin edersen beni,
Derhâl kabûl ederim, senin bu teklifini,
Zîrâ şu ân rızkımı, verir ki öyle bir zât,
Bütün bu hususlara, kefildir kendi bizzat.
Saçar ihsânlarını, mahlûkatın hepsine,
Yine bir zarar gelmez, O’nun hazînesine.
Her canlının rızkını, verir de fazla fazla,
Yine hazînesinde, azalma olmaz asla.
Hem o kadar çoktur ki, şefkât ve merhameti,
Kulları yapsalar da, her türlü kabâhati.
Buna rağmen, bakmayıp isyankâr hâllerine,
Kesmez rızıklarını, devamlı verir yine.
Ayrıca, O’nun için, ölüm yok, etmez vefât,
Bütün bu hususlardan, berîdir her ân o zât.
Böyle kudretli biri, kefilken şimdi bana,
Niçin O’nu bırakıp, gideyim başkasına?
Her ayıp ve kusurdan, uzak olan Rabbimi,
Bırakıp, bir âcize, gitmem akıl işi mi?”
O zengin bu sözleri, dinleyince Şakîk’ten,
Mahcup ve pişman oldu, yaptığı bu tekliften.
GAFLETTEN UYANMAK İÇİN
Mevlânâ otururken, bir havuz kenarında,
GeldiŞems-i Tebrîzî ve oturdu yanında.
Gördü ki Mevlânâ'nın, yanında kitaplar var,
Onları göstererek, sordu ki: "Nedir onlar?"
Arz etti ki: "Babamın, yazdığı kitaplardır,
Hepsi de inci gibi, kıymette bî-bahâdır."
Şems onları isteyip, aldı kendi eline,
Ve kaldırıp hepsini, attı suyun içine.
Mevlânâ çok üzülüp, dedi: "Eyvâh, pederden,
Kalan kitaplarımın, tamamı gitti elden."
Lâkin Şems-i Tebrîzî, elini uzatarak,
Çıkardı herbirini, hem de kuru olarak.
Mevlânâ görünce de, ondan bu kerâmeti,
Daha da sağlam oldu, ona teslîmiyeti.
Öyle ki sarsılmaz bir kale gibi oldu tam,
Sohbetine daha çok, aşk ile etti devam.
Evlâdı Sultan Veled, der ki: "Şems-i Tebrîzî,
Ansızın gelip gördü, bir gün pederimizi.
Öyle ki, babam onun, dururken huzûrunda,
Yok olmuştu gölgesi, o velînin nûrunda.
Önce herkes babama, tâbi iken, bu sefer,
Babam Şems'e uydu ve oldu onda cansiper.
Şems ona anlattıkça, Allah'ın sevgisinden,
Babam şevkle dinleyip, geçerdi kendisinden.
Bu şekilde aylarca, devam etti bu sohbet,
Çok yüksek makamlara, erdi babam nihâyet."
Şems-i Tebrîzî ile, Mevlânâ hazretleri,
Sohbet ediyorlardı, geceleri ekserî.
Yine bir gün gecenin, bir mehtaplı ânında,
Sohbet ediyorlarken, medresenin damında,
Baktı Şems-i Tebrîzî, etrafına birazcık,
Buyurdu: "Hiç bir evde, görünmüyor az ışık,
Ölü gibi, gafletle, uyuyor bu kimseler,
Keşki kalkıp Allah'a, ibâdet eyleseler,
Zirâ kim, az sıkıntı, çeker ise bu günde,
Görmez fazla ızdırap, yarın mahşer gününde."
O böyle söyleyince, hazret-i Mevlânâ da,
Ellerini kaldırıp, duâ etti o anda.
Dedi: "Şems-i Tebrîzî, hürmetine İlâhî,
Uyandır ölü gibi, yatan bu ahâlîyi."
Mevlânâ hazretleri, edince böyle duâ,
Başladı gök yüzünde, bulutlar toplanmağa.
Şimşek çakıp, kuvvetle, gök gürledi peşinden,
Uyandı şehir halkı, bu gök gürlemesinden.
Civardaki evlerden, sesler yükseliyordu,
Herkes korkularından, "Allah Allah" diyordu.
Hazret-i Şems buyurdu: "Nasıl şimdi insanlar,
Bu yalancı uykudan, bu sesle uyandılar,
Hakîkî uykudan da, uyanmaları için,
Teveccühü gerekir, bir veliyy-i kâmilin,
Bir Allah adamının, mevcûdiyeti ile,
Gafletten uyanırlar, bir şehir halkı böyle."
MÜHİM OLAN GÖNÜLDÜR
Ebû Bekr-i Şiblî ki, âşıktı Zülcelâle,
Ve tasavvuf yolunda, ermişti tam kemâle.
Nefsî arzûlarının, yapmazdı bir tekini,
Yaşıyan ölü gibi, addederdi kendini.
Bir elbise yaptırdı, üstüne yeni, düzgün,
Ve onu giyinerek, dışarı çıktı bir gün.
Gördü kimin üstünde, var ise, yeni esvâb,
İnsanlar onun ile, oluyor hep muhâtab.
Kimin üzerinde de, varsa eski elbise,
Onlarla ilgilenen, olmuyordu hiç kimse.
İşbu hâl, kendisine, oldukça etti tesir,
Durdu, düşündü biraz, oldu çok müteessir.
Oracıkta evine, dönerek tekrar yine,
Eski elbisesini, giyindi üzerine.
Dediler ki: "Efendim niçin böyle ettiniz?
Yenileri çıkarıp, tekrar eski giydiniz?"
Buyurdu: "İnsanların, hâline ettim nazar,
Çok taaccüp eyledim, üzüldüm bî-ihtiyar.
Gördüm ki hep insanlar, bakıyor dış kalıba,
Halbuki mühim midir, giyilen kaftan, abâ?
Hak teâlâ indinde, zâhir mühim değil hiç,
Mühim olan gönüldür, her şey onda mündemiç.
Bakmıyor Hak teâlâ, kişinin dış hâline,
Lâkin nazar ediyor, niyetine, kalbine.
Zarftan daha ziyâde, mazruftur mühim olan,
Zîrâ niyete göre, hüküm verir Yaradan.
Kalbi bozuk bir kişi, giyse kıymetli libâs,
Ne kıymeti vardır ki, azâbdan olmaz halâs.
Kalbi mâmur olan da, çul giyse üzerine,
Hak teâla indinde, makbûldur o kul yine.
Zîrâ cenab-ı Allah, kalblere nazar eder,
Kalbleri ihlâs ile, süslemektir tek hüner.
Eğer ki bu ihlâstan, mahrum ise bir gönül,
Rızâ-i ilâhîye, edemez hiç temâyül."
DÜNYÂ GÖLGE GİBİDİR
Şumeyt ibni Aclân ki, Tâbiîn-i izâmdan,
Pek fazla korkuyordu, Allahü teâlâdan.
Derdi ki: "Ey dünyânın, peşi sıra koşanlar!
Siz ona koşsanız da, dünyâ hep sizden kaçar.
Dünyâ gölge gibidir, önünüzden gider hep,
Gölgesine yetişen, bir kimse var mı acep?
Eğer ki yüz çevirip, kaçsaydınız siz ondan,
Bu sefer de o sizin, koşardı arkanızdan.
Dünyâ çok vefâsızdır, bir üzüntü, bir sevinç,
Böyle bir yalancıya, insan aldanır mı hiç?
Ey insan, bilir misin, dünyâ denen şey nedir?
Dünyâ seni Allah'tan, alıkoyan şeylerdir.
Kadın, çocuk, mal, mevkî ve makam düşüncesi,
Eğer böyle iseler, dünyâdır her birisi.
Unutturmuyor ise, Allah'ı bunlar eğer,
Dünyâ denmez bunlara, hepsi de nîmettirler.
Buyurdu: "Ey insanlar, biliniz ki pek âlâ,
Sizi, âhiret için, yarattı Hak teâlâ.
Böyle iken bir mümin, bırakıp âhireti,
Dünyâya sarılırsa, ne olur âkıbeti?
Hâlbuki dünyâ fânî, ebedîdir âhiret,
Öyleyse ebedîyi, bu fânîye tercîh et!
Bak ömrün azalıyor, ölüme gidiyorsun,
Hazırlığın bile yok, niçin üzülmüyorsun?
Şuna çok şaşarım ki, vardır bâzı kişiler,
Âhiretin ebedî, olduğunu bilirler,
Lâkin yaşayışları, uymaz inançlarına
Koşarlar bir hırs ile dünyâ kazançlarına.
Hem de kötü bilmezler, onlar bu bozuk hâli,
Yaşarlar gaflet ile, uyur-gezer misâli.
Kendisi az konuşur, az uyur ve az yerdi,
Sâir insanlara da, bunu tembîh ederdi.
Derdi: "Ey Âdem oğlu, sus ki felah bulasın,
Zîrâ çok konuşmakla, bir yere varamazsın."
Bir gün oturuyordu, oğlu ile bir yerde,
Eğlenen bir cemâat, gördü biraz ilerde.
Buyurdu ki: "Evlâdım, şunların hâline bak,
Bir kaç yıl sonra hepsi, kabirlerde olacak.
Bu müthiş hakîkati, onlar da biliyorlar,
Buna rağmen nasıl da, böyle eğleniyorlar?
Zîrâ buyuruyor ki Peygamber efendimiz:
"Lezzetlere son veren, ölümü yâd ediniz."
Yine bir hadîsinde, buyurdu: "Ey insanlar,
Sizin bildiğinizi, bilse idi hayvanlar,
Aslâ bulamazdınız, yemeğe, bir lokma et,
Zîrâ kederlerinden, ölürdü hepsi elbet."
Buyurdu: "Ey insanlar, gelin, gaflet etmeyin,
Tövbe ve istiğfârı, bir an geciktirmeyin!
Sonra tövbe ederim, derseniz bu gün şâyet,
Yârın pişmanlığınız, çetin olur be gâyet.
Zîrâ buyurmuştur ki, Peygamber efendimiz:
"Yârın yaparım diyen, helâk oldu biliniz."
Aklı olan, dünyâda, henüz ecel gelmeden,
Ölüm ve âhirete, hazırlanır önceden
Bilir ki dünyâ fânî, ebedîdir âhiret,
Âhiret günü için, gösterir sa'y-ü gayret."
ÜÇ MÜHİM DERT
Bir gün çok ağlıyorken, Râbia-i Adviyye,
Sordular: “Ağlamanın sebebi nedir?” diye.
Buyurdu ki: “Üç büyük derdim var şimdi benim,
Bunları düşündükçe, ağlayıp yaş dökerim.
Bunlardan kurtulmağa, var ise bir kolaylık,
Bir garanti verin de, ağlamıyayım artık.”
Dediler: “Söyle bize, ne imiş o dertlerin?
Herhâlde hâllederiz, kolayı var her şeyin.”
Buyurdu: “Öyle zor ki, kasdettiğim o dertler,
Zannettiğiniz gibi, kolay hâlledilmezler.
Biri son nefesimde, verirken ben canımı,
Kurtarabilir miyim, acaba îmânımı?
İkincisi mahşerde, acep amel defterim,
Sağımdan mı verilir, soldan mı, yok haberim.
Üçüncüsü, herkesin, hesabı görülünce,
Ve lâyık oldukları, yere götürülünce,
Cennetlikler ile mi, giderim ben acabâ?
Yoksa atılır mıyım, kötülerle azâba?
Bu korkunç tehlikeler, var iken önümde hep,
Ben ağlamıyayım da, kimler ağlasın acep?”
Uzaktan bir misâfir, gelmişti hânesine,
Bir parça eti vardı, koydu tenceresine.
Düşündü pişirip de, ona ikrâm etmeyi,
Ve lâkin konuşurken, unuttu pişirmeği.
Nihâyet akşam olup, namazları kıldılar,
Hem kendi, hem misâfir, o gün oruçluydular.
Dedi ki: “Et pişmedi, unutmak sebebiyle,
Bâri iftar edelim, “kuru ekmek, su” ile.”
Getirmeye giderken, su ve kuru ekmeği,
Leziz et kokuları, bir anda sardı evi.
Baktı ki tencerede, duran et, o hâliyle,
Ateşsiz pişmiş idi, kudret-i ilâhiyle.
Misâfir o yemekten, yiyince, ilk tadımda;
Dedi: “Böyle hoş yemek, yemedim hayatımda.
Hem de sen demiştin ki, Unuttum, pişmedi et,
Hâlbuki bu et pişmiş, acaba nedir hikmet?”
Dedi: “Kul unutmazsa, eğer ibâdetini,
Onu da unutmazlar, pişirirler etini.”
Yine bir gün misâfir, var iken hânesinde,
Yemeğe koymak için, soğan yoktu evinde.
Dediler; “Ey Râbia, şu komşudan istesek,
Zîrâ soğan olmazsa, iyi olmaz o yemek.”
Buyurdu: “Kırk senedir, söz verdim ki ben şuna,
Aslâ el açmıyayım, Rabbimden gayrısına.”
Râbia’nın bu sözü, bitmemişti ki, o an,
Bir kuş, ayaklarıyla, bıraktı iki soğan.
Bir gece de dostları, geldiler ona, ancak,
Kandil yoktu evinde, gece aydınlatacak.
Râbia hazretleri, üfledi bir avcuna,
Nûr geldi birden bire, parmakları ucuna.
Kamış girdi gözüne, bir gün namaz kılarken,
Hiç farkına varmadı, acımasına rağmen.
Öyle sarmış idi ki, onu aşk-ı ilâhî,
Hissetmedi kamışı, gözüne girse dahî.
Selâm verip sordu ki, “Gözümde bir şey mi var?”
Baktılar kamış girmiş, güçlükle çıkardılar.
Yâ Rabbî, bu mübârek velînin hürmetine,
Kavuştur bizi dahî, senin muhabbetine.
YAĞMUR DUÂSI
Edirne’de yaşamış, büyük evliyâdandı,
Duâsı makbûl olan, bir mübârek insandı.
İkinci Bâyezîd Han, zamanında bir ara,
Şiddetli bir kuraklık, gelmişti buralara.
Kurudu susuzluktan, sebze meyve ve otlar,
Çatladı kuraklıktan, taşlar ile topraklar.
Bu kuraklık derdine, bulmak için bir devâ,
Yağmur duâlarına, çıktı halk, bir kaç defa.
Allahü teâlâya, yalvardılar yürekten,
Fakat hiç birisinde, yağmur yağmadı gökten.
Dediler: (Bundan sonra, duâya giderken biz,
Ramazan Halîfe’yi dahî götürmeliyiz.)
Nihâyet onu dahî, alarak yanlarına,
Bir de öyle çıktılar, yağmur duâlarına.
Çünkü onun mübârek, bir kimse olduğunu,
Bilirlerdi, bu yüzden, alıp gittiler onu.
Yaşlı-genç, kadın-erkek, büyük-küçük, kim ki var,
Toplanıp hep birlikte, musallâya çıktılar.
O yerde, namaz için bir alan çevrilirdi.
Köylerde bu yerlere musallâ denilirdi.
Cumâ namazlarıyla, iki bayram namazı,
Musallâ mahallinde, kılınıyordu bâzı.
Bu velî zât, mimbere, çıkmıştı ki ilk daha,
Boyun büküp sessizce duâ etti Allah'a.
Duâyı bitirip de, inmeden o mimberden,
Birdenbire o yere, yağmurlar indi gökten.
Susuzluktan yarılmış, topraklar suya kandı,
Her taraf baştan başa, bol su ile yıkandı.
Sularla doldu taştı, çeşme ile kanallar,
Bir bolluğa ulaştı insan ile hayvanlar.
Ramazan Halîfe’nin, büyük zât olduğunda,
Yakîne kavuştular, bu hâdise sonunda.
Aralarında böyle, bir zât bulunduğundan,
Allahü teâlâya, şükrettiler o zaman.
ALLAH'TAN ÇOK KORKARDI
Rebî ibni Haysem ki, Tâbiîn-i izâmdan,
İlmiyle âmil olan, ulemâ-i kirâmdan.
Zühd ile takvâsını, çoktur haber verenler,
“Ömründe lüzûmsuz şey, konuşmadı” dediler.
Yatsı namazı için, aldığı abdest ile,
Sabah namazını da, kıldı umûmiyetle.
Yanında kâğıt kalem, bulundurur her sefer,
Gündüz ne konuşursa, yazardı birer birer.
Gece dahî onların, okuyordu hepsini,
Lüzûmsuz söz var ise, yapardı tövbesini.
Bir gün namaz kılarken, hırsız çaldı atını,
Anladı, lâkin yine, bozmadı namazını.
Buyurdu: “Anlamıştım, alırken onu hırsız.”
Dediler: “Bile bile, ne için çaldırdınız?”
Buyurdu ki: “O kimse, atımı çaldığında,
Rabbimin huzûrunda, bulunurdum o anda.”
Bedduâ eylediler, hırsıza onlar hemen,
Buyurdu: “Hayır hayır, helâl ettim ona ben.”
Öyle korur idi ki, haramlardan kendini,
Sokakta bu korkuyla, kapardı gözlerini.
Abdullah bin Mes’ûd’un, geldiğinde evine,
Ya gözlerini kapar, ya bakardı önüne.
İbn-i Mes’ûd derdi ki: “Ey Rebî, Resûlullah,
Seni görmüş olsaydı, çok sevinirdi vallah.”
Bir gün İbn-i Mes’ûd’la, çıkarak dışarıya,
Vardı demircilerin, bulunduğu çarşıya.
Gördü bir demircinin, ocak ve körüğünü,
Demirleri ateşte, kızdırıp döğdüğünü.
Durakladı, sarardı, korku sardı içini,
Zîrâ hâtırlamıştı, Cehennem ateşini.
O anda bir “Âh!” deyip, yığıldı bayılarak,
Ve yerde saatlerce, kaldı baygın olarak.
İbn-i Mes’ûd başında, bulunurdu o zaman,
Buyurdu ki: Allah'tan, böyle korkar müslüman
Kendisine kötü söz, söyliyen olsa bile,
Karşılık verir idi, yine güzel söz ile.
Hakaret eylemişti, kendine bir gün biri,
Buyurdu ki: “Rabbimiz, duyuyor bu sözleri.
Şâyet ben bu dünyadan, gidersem îmân ile,
Bu sözler zarar vermez, bana bir zerre bile.
Ve lâkin Cehennem'e, düşer isem kayarak,
Senin dediğinden de, olurum daha alçak.”
Bir gün yine Kur’ân-ı kerîmden okuyordu,
Şu âyete gelince, bir “Âh!” dedi ve durdu.
“Ey Rabbim, beni tekrar, dünyaya döndür geri,
Yapayım ben bu sefer, emrettiğin işleri.”
Sonra kalktı ayağa ve dedi ki o zaman:
“Ey Rebî, şunu bil ki, dönüş yoktur oradan.”
Derdi: “İnsan dünyâda, nasıl yaşarsa eğer,
Son nefesinde dahî, o hâlde vefât eder.
Zîrâ ben gitmiş idim, bir ölüm hastasına,
O da çok düşkün idi, bu “dünyâ parası”na.
“Kelime-i tevhîd”i, telkîn ettim kendine,
Baktım hep “parasını, sayıklardı” o yine.”
Bir gün kendi kendine, diyordu ki: “Yâ Rabbî,
Sen merhamet etmezsen, mahvolur kulun Rebî.”
İlâhî, bu mübârek, velînin hürmetine
Mazhar eyle bizleri, sonsuz merhametine.
EN AHMAK KİMSE
Ömer bin Abdülazîz, bir sarhoş gördü yolda,
Yakalayıp bir cezâ, verecekti orada.
Lâkin tam o sırada, hakaret etti sarhoş,
O ise saldı onu, kaldı yine başıboş.
Dediler ki: “Siz ona, cezâ verecektiniz,
O hakâret edince, niçin salıverdiniz?”
Buyurdu: “Sarhoş hâlde, gördüm onu ilk defâ,
Dînin emri îcâbı, verecektim bir cezâ,
O hakâret edince, öfke geldi kendime,
Korktum nefsim karışır, bu hâlis niyetime.”
Buyurdu: “Hak teâlâ, üç kişiyi çok sever,
Birincisi odur ki, herkese şefkat eder.
İkincisi, haklıyken, suçluyu affedendir.
Üçüncüsü, kızgınken, öfkesini yenendir.”
Bir gece, hânesinde, misâfiri var iken,
Lâmbasının ışığı, azalmıştı âniden.
Misâfirler dedi ki: “Yâ Emîr-el müminîn!
Lâmbanın yağı bitmiş, koyalım, izin verin.”
Buyurdu: “İş gördürmem, kendi misâfirime,
Zîrâ bu, hiç yakışmaz, benim mürüvvetime.”
Dediler: “Hizmetçiyi, kaldıralım, o koysun”
Buyurdu: “Yeni yattı, bırakın da uyusun.”
Sonra kalktı kendisi, yağ koydu lâmbasına,
Şaştı herkes bu işi, kendinin yapmasına.
Buyurdu ki: “Bu işi, yapmadan da Ömer'dim,
Kalkıp yaptım, bakınız, yine aynı Ömer'im.
İnsanın hayırlısı, Hak teâlâ indinde
Tevâzu gösterendir, her bir hareketinde.”
Bir gün tanıdıkları, sordular kendisine:
“İnsanların içinde, en ahmak kimdir?” diye.
Buyurdu: “Dünya için, âhireti satandan,
Daha ahmak bir kişi, olamaz insanlardan.”
Ömer bin Abdülazîz, bir gün Hasan Basrî’ye,
Mektup yazdı “Bana bir, nasîhat eyle” diye.
Buyurdu: “Bilesin ki, bu dünyâ bir konaktır,
En büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.
Zîrâ onun üstünde, yaşıyanlar ölürler,
Sonra yaptıklarının, hesâbını verirler.
Eğer ki bu dünyâyı, üstün tutsa bir kişi,
Zillet içinde yaşar, çetin olur her işi.
Dünya zehir gibidir, bilmiyenler onu yer,
O da o kimseleri, öldürür, helâk eder.
Diriler ölülerden, hiç mi ibret almıyor?
Ölmiyecekmiş gibi, dünyâya aldanıyor.
Her gün ayrı üzüntü, her gün ayrı bir keder,
Râhata kavuşmadan, âniden ölüp gider.
Zîrâ olmaz rahatlık, bu dünyada kat’iyyen,
Rahatlık âhirette, olacak ebediyyen.
İnsan düşünmez mi ki, bir gün elbet ölecek,
Ne yaptıysa, tek be tek, hesabını verecek.
Aklı olan yaşamaz, dünyâda gaflet ile,
Aksi hâlde ne kadar, üzülse azdır bile.
Dünyâya sarılanı, dünyâ hep aldatmıştır,
Üzüntüsü üstüne, hep üzüntü katmıştır.
Dünyâda Allah için, çalışmak dünyâ olmaz,
Müminin malı olur, lâkin kalbine koymaz.”
YEMEKTE ZULMET VAR
Hindistan’ın Bedâyûn, şehrinde doğan bu zât,
Yine bu memlekette; Delhi de etti vefât.
Seyfeddîn Fârûkî’nin, bulunup sohbetinde,
Bir Kâmil-i mükemmil, oldu nihâyetinde.
İnsanlar her taraftan, feyiz ve nûr almağa,
Artık onun yanında, başladı toplanmağa.
Teveccüh etse idi, talebeye bir kere,
Hemen o talebenin, başlardı kalbi zikre.
Helâlinden alırdı, ekmeğinin ununu,
Ve kendi yoğururdu, eliyle hamurunu.
Dînin emirlerine, eylerdi tam riâyet,
Haramdan kaçınmağa, ederdi hayli gayret.
Devamlı okuyarak, Resûl’ün hayatını,
Ona göre yapardı, her iş ve tâatını.
Helâya, sağ ayakla, girmişti bir gün sehven,
Tasavvufî hâlleri, bağlandı bu sebepten.
Üç gün tövbe ederek, yalvarınca Rabbine,
Önceki hâllerine, kavuştu aynen yine.
Dünya düşkünleriyle, görüşmezdi kat’iyyen,
Her gün yiyeceğini, seçerdi helâlinden
O kadar çok ibâdet, etmişti ki hayatta,
Çok ayakta durmakdan, büküldü beli hattâ.
Buyurdu: “Otuz yıldır, her hangi bir yemeği,
Geçirmedim kalbimden, pişittirip yimeği.
Ne zaman yiyeceğe, gerek duysaydım bilfarz,
Yanımda ne bulduysam, o şeyden yerdim biraz.”
Bir günde, bir defa ve helâl yerdi muhakkak,
Bir yemek şüpheliyse, dururdu ondan uzak.
Yemek ikrâm etmişti, kendisine bir zengin,
Bir bahâne söyleyip, yemedi ondan lâkin.
O dedi ki: “Efendim, helâldi yemeğimiz,
Çok üzüldüm, acaba, ne için yemediniz?”
Yakın talebesine, buyurdu ki o hemen,
“Yemekte zulmet vardı, yemedim bu sebepten.”
Onlar araştırdılar, gizlice bunu derhâl,
Gördüler ki yemeğin, malzemesi hep helâl.
Sonra anladılar ki, o kimsenin niyyeti,
Hâlis değil, mâlesef, gösterişmiş meğer ki.
Dünyaya düşkün biri, bu zâttan emâneten,
Bir kitap isteseydi, verirdi onu hemen.
Lâkin geri gelince, iki-üç gün müddetle,
Alıp da okumazdı, onu umûmiyetle.
Sohbet’in tesîriyle, kitaptaki o zulmet,
Dağılınca alır ve okurdu en nihâyet.
En büyük talebesi, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,
Ondan bahsettiğinde, ağlardı çoğu zaman
Derdi ki: “Seyyid Nûr’a, siz yetişemediniz,
Eğer ona yetişip, bir defâ görseydiniz,
Derdiniz ki: “Ne kudret sâhibidir ki Allah,
Böyle bir mübârek zât, yaratmış, sübhânallah.”
Herkesin baş gözüyle, göremediklerini,
O, kalb gözüyle görür, anlardı herbirini.
Talebesinden biri, yabancı bir kadına,
Bakıp da geldiğinde, hocasının yanına,
Buyurdu: “Sende zinâ, zulmeti görüyorum,
Yabancı kadınlara, bir daha bakma yavrum.”
ŞEHÎD OLMAK İSTERİM
Evliyânın büyüğü, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,
İstifâde etmişti, binlerce kimse ondan.
Henüz vefât etmeden, birkaç gün önce idi,
Rabbine kavuşmanın, şevk ve sevincindeydi.
Âhirete göçmesi, olmuşken böyle yakın,
İnsanlar, sohbetine, gelirdi akın akın.
Her gün yüzlerce kişi, gelerek o sohbete,
Kavuşuyorlar idi, nûra ve hidâyete.
Talebesinden biri, sılaya gitmek için,
Huzûruna gelerek, istedi ondan izin.
Buyurdu: "Güle güle, emânet ol Allah'a.
Lâkin görüşemeyiz, senin ile bir daha."
Diğer talebeleri, duyunca bu sözleri,
Ağlayıp, herbirinin, yaşla doldu gözleri.
Ve yine o günlerde, talebeden birine,
Yazdı ki: "Geldik artık, ömrün nihâyetine.
Bu dünyâda yapacak, kalmadı bir işimiz,
Yaş, sekseni geçti ve, yaklaştı ecelimiz."
Birkaç gün kalmıştı ki, vefâtına nihâyet
Talebeyi toplayıp, son defâ etti sohbet.
Buyurdu ki: "Kalbimden, her neyi geçirdimse,
Ve hangi bir nîmete, kavuşmak istedimse,
Hak teâlâ hepsini, eyledi bana ihsân,
Her arzûma kavuşmak, oldu kolay ve âsân.
İslâm-ı hakîkîyi, nasîb etti nihâyet,
Verdi sâlih amelle, istikâmet, kerâmet.
Tasavvufta ne kadar, derece varsa eğer,
Rabbimiz herbirini, kıldı bana müyesser.
Elde edemediğim, kaldı ki bir tek makam,
o da, şehîd olmaktır, budur şimdi bana gam.
Kavuştum tasavvufta, makamların hepsine,
Şimdi arzûm ermektir, şehidlik rütbesine.
Hocalarımın çoğu, şehâdet şerbetini,
İçerek bitirdiler, en son nefeslerini.
Ve lâkin yaşlandım ben, zâif düştü vücûdum,
Yoktur cihâd edecek, bir kuvvetim ve gücüm."
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân, bu son sözleri ile,
Şehîdlik arzûsunu, getirdi böyle dile.
Son günleri idi ki, o yer ahâlisinden,
Huzûruna gelenler, artmıştı eskisinden.
Bin yedi yüz seksen bir, mîlâdî senesinde,
Ve Muharrem ayının, yedinci gecesinde,
Mübârek hânesinin, önüne, bir aralık,
Yabancı kimselerden, doldu bir kalabalık.
Niyetleri kötüydü, bilhassa üç kişinin,
Israr ediyorlardı, içeri girmek için.
Nihâyet izin alıp, hânesine girdiler,
Bunlar Moğol kâfiri ve mecûsî idiler.
Hem de tanımazlardı, kendisini o zaman,
Sordular ki: "Sen misin, Mazhar-ı Cân-ı Cânân?"
"Evet, benim." deyince, durmayıp onlar daha,
Hücûm edip hançerle, başladılar vurmaya.
Ağır yaralanarak, yıkıldı yere hemen
Üç gün sonra Rabbine, kavuştu ebediyyen.
On Muharrem Aşûre ve Cumâ, akşam vakti,
O da şehîd olarak, Hakk'a oldu mülâki.
DERGÂHI TEMİZLERDİ
Bir sene yolculuktan, sonra Mevlânâ Hâlid,
Delhi’ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.
Delhi’nin toprağına, ilk ayak bastığında,
Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.
Sonra varıp elini, öperek o büyüğün,
Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.
O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,
Verdi ona dergâhın, günlük temizliğini.
Her zâhirî ilimde, çok büyük âlim iken,
Başladı vazîfeye, hiç îtirâz etmeden.
Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,
Aylarca devam etti, dergâh temizliğine.
Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,
Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.
Dergâhtan o kuyuya, o kuyudan dergâha,
Gidip gidip gelirdi, bir günde, pekçok defa.
Hem dergâhın temizlik, işiyle uğraşırdı,
Ve hem de abdest için, depoya su taşırdı.
Üstâdının verdiği, bu temizlik işinden,
Eğer az bir gevşeklik, gelse idi içinden,
En şiddetli cezâyı, verip hemen nefsine.
Yine devam ederdi, aynı vazîfesine.
Bir gün nasıl olduysa, yaparken bu işini,
Az hissetti nefsinin, işe gayretini.
Derhâl kendi kendine, söylendi ki: “Ey nefsim,
Sana bu, çok şerefli, vazîfeyi veren kim?
Yapmak istemez isen, bu işi eğer ki sen,
Atarım elimdeki, süpürgeyi ve hemen,
Yerleri, sakalımla, süpürtürüm vallahi,
Vazîfene severek, devam et, durma haydi.”
Nefsini bu şekilde, paylayınca o biraz,
Ondan sonra nefsinden, gelmedi bir îtirâz.
Üstâdının verdiği, bu işi yapmak için,
Çalıştı canla başla, gevşeklik etmeksizin.
Su taşıya taşıya, aylarca omuzunda,
İki omuzu dahî, yara oldu sonunda.
Bir gün yine dergâha, omuzda su taşırken,
Mübârek üstâdıyla, karşılaştı âniden.
Abdullah-ı Dehlevî, şâhid oldu ki o an,
Hâlid-i Bağdâdî’nin, mübârek omuzundan,
Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam büyük nûrlar,
Melekler hayranlıkla, onu seyrediyorlar.
Ne zaman ki üstâdı, vâkıf oldu bu hâle,
Anladı artık onun, geldiğini kemâle.
O’nu o vazîfeden, alarak en sonunda,
Emretti ki dâima, bulunsun huzûrumda.
Bâdemâ üstâdına, yaparak çok hizmetler.
Çekti çok mücâhede, ve çetin riyâzetler.
Beş ay da bulunarak, üstâdının yanında,
Olgunlaştı iyice, nazarları altında.
Bereketli sohbet ve, teveccühleri ile,
Bu vilâyet yolunda, kavuştu tam kemâle.
Abdullah Dehlevî’nin, kalbinde sır ve esrar,
Ne varsa üstünlükten, hepsine oldu mazhar.
Yâni onda bulunan, o şerefli emânet,
Hâlid-i Bağdâdî’ye, geçmiş oldu nihâyet.
HÂLİS DUÂ
Midyen ibni Ahmed ki, doğdu Mısır ilinde,
Eşmûnî lakabıyle, tanındı halk içinde.
Tasavvufta o kadar, yükseldi ki bu velî,
İlminden istifâde, edenler çoktu hayli.
Dergâhının yanında, bir dere akıyordu,
O bir gün bu dereden, abdest tazeliyordu.
Henüz bitmemişti ki, abdesti, durdu bir ân,
Nâlininin tekini, çıkarıp ayağından,
Hiddet ve şiddet ile, fırlattı ileriye,
Şaşırdı talebeler, “Acaba n’oldu?” diye.
Bu hâdiseden sonra, bir yıl geçti aradan,
Geldi bir talebesi, çok uzak bir diyârdan.
Elinde bir tek nâlin, dedi ki: “Ey efendim,
Ben filan memlekette, ikamet etmekteyim,
Takrîben bir yıl önce, oldu ki bir hâdise,
Geldim ki arz edeyim, onu hazretimize.
Kızım bir gün ıssız bir, mahalleden gelirken,
Terbiyesiz biriyle, karşılaşmış âniden,
Uygunsuz lâflar edip, dokunmak isteyince,
Sizi vesîle edip, duâ etmiş hemence:
“Yâ İlâhî, babamın, üstâdı kimse eğer,
O velîyi şu ânda bana imdâda gönder.”
Kızım, bu duâsını, henüz bitirmemişken,
Ve henüz onun eli, kızıma değmemişken,
Havadan hızla gelen bir nâlin birden bire,
Suratına çarparak, devirmiş onu yere.
Kızım onu görünce, kurtulup çok sevinmiş,
O nâlini alarak, acele eve gelmiş.”
“Bahsettiğim o nâlin, işte budur” dedi ve,
Bıraktı o nâlini üstadının önüne.
Eşmûnî hazretleri, buyurdu ki o zâta,
“Kızın teslîmiyeti, demek tammış üstâda.
Erişirse birine, bir belâ, bir musîbet,
O dahî hiç kimseden, beklemezse bir medet,
Rabbine sığınarak, sırf O’na güvenerek,
O’na duâ ederse, tam tevekkül ederek,
O zaman Hak teâlâ, kâfi gelir kuluna,
Öyle imdâd eder ki, o dahî şaşar buna.”
NÛR VE ZİYÂ
Allah adamlarından, çok büyük bir velîdir,
Derecesi yüksek ve kerâmet sâhibidir.
Ali Râmîtenî’nin, mübârek sohbetinde,
Yetişerek kemâle, geldi nihâyetinde.
Buhârâ’nın Semmâs nâm, köyünde doğan bu zât,
Çok insan yetiştirip, orada etti vefât.
Resûl’ün kalbindeki, ilim, feyiz ve nûrlar,
Kalbden kalbe akarak, ona vâsıl oldular.
Hocasından aldığı, nûrları o da yine,
Seyyid Emîr Külâl’in, verdi temiz kalbine.
Ayrıca Behâeddîn Buhârî’ye de bu zât,
Çok teveccüh ederek, ilgilenmişti bizzat.
Kasr-i Hinduvân diye, bir köy vardı ki meşhur,
Behâeddîn Buhârî, bu beldede doğmuştur.
Lâkin henüz doğmadan ve işitilmeden adı,
Onun geleceğini, müjdeledi üstâdı.
Şöyle ki, her geçişte, o, Kasr-i Hinduvândan,
Derdi: “Bana bir koku, geliyor ki buradan,
Zuhur eder bu yerde, çok büyük bir evliyâ,
İnsanların kalbine, saçar o, nûr ve ziyâ.”
Gelince yine bir gün, bu bereketli yere,
Buyurdu ki: “O koku, fazlalaşmış bu kere.
Öyle zannederim ki, o gelmiştir dünyâya,
Büyüyüp yetişince, bu dîni eder ihyâ.”
Bunu söylediğinde, hakîkaten o velî,
Henüz üç gün olmuştu, bu dünyâya geleli.
Dedesi, kucağına, alıp bu torununu,
Ve Bâbâ Semmâsî’ye, getirdi derhâl onu.
Görür görmez, kalbini, sardı bir sevinç, huzûr,
Buyurdu: “O dediğim, büyük zât işte budur.”
Şefkat ve muhabbetle, bağrına bastı onu,
Buyurdu: “Evlâtlığa, kabûl ettik biz bunu.”
Sonra Emîr Külâl’e, buyurdu ki: “Ey oğlum,
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum.”
Ne zaman ki gelmişti, o, evlenme çağına,
Geldi Bâbâ Semmâs’ın, mübârek ocağına.
Huzûruna çıkmadan, mescide girdi önce,
Secdeye kapanarak, duâ etti şöylece:
“İlâhî, belâlara, türlü sıkıntılara,
Sabredebilmem için, güç kuvvet ver bu kula.”
Oradan, üstâdının, yanına gelir gelmez,
Buyurdu ki: “Evlâdım, öyle duâ edilmez.
Allah’tan belâ değil, hep âfiyet istenir,
Yâ Rab, beni rızâna, vâsıl et demelidir.”
Beraber yemek yiyip, kavuştu iltifâta,
Gözü ondan gayriyi, görmüyordu âdetâ.
Yüksek teveccühüne, nâil olup o yine,
Ellerini öperek dönüyorken evine.
Ona bir ekmek verip, buyurdu ki: “Evlâdım,
Al bunu, belki yolda, birine olur lâzım.”
Düşündü ki “Yemeği, yemiştik biz hâlbuki,
Verdikleri bu ekmek neye lâzım olur ki?”
Yolda misâfir oldu, bir fakirin evine,
Gördü ki muhtaç idi, bir ekmek dilimine.
Ekmeği ona verip, öğrendi hikmetini.
Anladı üstâdının, büyük kerâmetini.
Yâ ilâhî, bu büyük velîler hürmetine,
Nâil eyle bizleri, af ve magfiretine.
KURT’UN RİCÂSI
Resûl-i müctebânın, torununun torunu,
Feyz kaynağı bildiler, bütün velîler onu.
Vâkıf oluduğu için, ilimlerin hepsine,
Bâkır, yâni çok üstün, dediler kendisine.
Bir hadîsi okuyup, buyurdu ki kendisi:
“Hazret-i Ebû Bekir, nakletti bu hadîsi”
Dinleyenlerden biri, îtirâz eyleyerek,
Dedi: “Onun râvisi, başkası olsa gerek.”
“Söylediğim gibidir” buyurduysa da, fakat,
Yine tam mânâsıyla, iknâ olmadı o zât.
Bu kere toparlanıp, oturdu kürsüsüne,
Ellerini edeple, koydu dizi üstüne,
Dedi ki: “Yâ hazret-i Ebû Bekr efendimiz!
Bu hadîsin râvisi, sizler değil miydiniz?”
O ara bir ses geldi, diyordu: “Yâ Muhammed!
Söylediğin hadîsin, râvisi benim elbet.”
Orada olanların, hepsi duydu bu sesi,
Îtirâz edenin de, kalmadı bir şüphesi.
Yolculuğa çıkmıştı, bir gün de bir zât ile,
O, katırla giderdi, kendi ise at ile.
Bir dağın eteğinden, giderken konuşarak,
Üst taraftan, sür’atle, bir kurt geldi koşarak,
Atının eğerine, koyup ayaklarını,
Anlatmak istiyordu, sanki bir meramını
Kendi hâline göre, sesler çıkarıyordu,
Belli ki derdi vardı, onu arz ediyordu.
Sükûnetle dinleyip, dedi ki o hayvana:
“Peki, duâ ederim, şifâ olur hastana.”
O kurt sevinç içinde, dönüp gitti geriye,
Sonra sordu o zâta; “Ne anladın sen?” diye.
Dedi ki: “Allah ile, O’nun resûlü bilir,
Bir de O’nun torunu, bunu anlayabilir.”
Buyurdu: “Kurt dedi ki, “Hastadır bir kardeşim,
Müstecap duânızı, almak için gelmişim.”
Duâ edeceğimi, söz verince kendine,
Sevinip, neşe ile, dönüp gitti yerine.”
Gözleri âmâ biri, sordu ki ona bir gün:
“Siz torunu musunuz, Allah'ın Resûlünün?”
İmâm "Evet" deyince, sordu yine: "Peki siz,
Âmâ gözü açacak, güce sâhip misiniz?”
Bu suâline dâhi, buyurdu yine: “Evet,
Allah'ın izni ile, açabilirim elbet.”
Ve mübârek elini, sürer sürmez yüzüne,
Nûr geldi birden bire, onun iki gözüne.
Karanlık dünyâsını, bir anda aydınlattı,
Lâkin şu hakîkati, peşinden hâtırlattı:
“Kardeşim, âmâ iken, kolaydı senin işin,
Âhirette hesâb, çekilmezdin göz için.
Lâkin şimdi gözlerin, açık kalırsa şâyet,
Âhirette hesap var, çetindir hem de gâyet.
Ben sana hakîkati, söyledim ki bilesin,
Şimdi yap tercihini, hangisini dilersin?”
Dedi ki: “Tek hesâbım, olmasın da orada,
Varsın iki gözüm de, görmesin bu dünyâda.”
O, böyle arz edince, tercihini İmâma,
Gözleri kapanarak, tekrardan oldu âmâ.
ANA DUÂSI
Muhammed Bâkî-billâh, kerâmet hazînesi,
Velîler zincirinin, yirmi sekizincisi,
İmâm-ı Rabbânî’yi, yetiştiren büyük zât,
Kırk yaşına gelince, eyledi Hakk’a vuslat.
Çocuk yaşta başladı, din ilmini tahsîle,
Zâhirî ilimleri, öğrendi tamâmiyle.
Tasavvufa girmeye, pek çoktu muhabbeti,
Herkesi şaşırtırdı, bu yoldaki gayreti.
Feyz alacak bir velî, bir büyük arıyordu,
Her nerede işitse, o yere varıyordu.
Öyle çok arardı ki, böyle kâmil bir zâtı,
Yetmezdi fazlasına, bir insanın tâkatı.
Hattâ Lâhor şehrinin, killi olup toprağı,
Çok çamurlu olurdu, yollarıyla sokağı.
Bu çamurlu yollarda, bir miktar yol yürümek,
Çok meşakkatli olup, insanı yorardı pek.
Lâkin o, hiç aldırış, etmezdi zerre bile,
Bir gönül sâhibini, arıyordu şevk ile.
Bir üstad bulmak için, çırpınıp duruyordu.
Annesi bu hâline, hiç dayanamıyordu.
Gece yarılarında çıkarak sahralara,
Oğluna duâ için, yalvarırdı Allaha:
“Yâ Rabbî, evlâdımın, murâdı neyse şâyet,
Sevdiğin kullarının, hürmetine ihsân et!
Ya kavuştur oğlumu, ne ise, murâdına,
Ya beni yaşatma ki, tâkatim yoktur buna.”
Böyle duâ ederdi, göz yaşları dökerek,
Dergâhta her hizmeti, o yapardı severek.
Hem dahî birden fazla, hizmetçiler var iken,
O yapardı her işi, yaşlı hâline rağmen.
Tâze pişen ekmeği, verip talebelere,
Kendisi kuru ekmek yer idi pek çok kere.
Zevk ile yapıyordu, bilumum hizmetleri,
Bir hasır üzerinde, yatıyordu ekseri.
Oğlu bunu görerek, çok acıdı hâline,
Yemek yapma işini, verdi başka birine.
Ve lâkin vâlidesi, öğrendi bu haberi,
Çok üzülüp ağladı, fazlalaştı kederi.
Dedi: “Ne kabahatim, oldu ki, bilmiyorum,
Bu kıymetli hizmetten, mahrum ediliyorum.
Ömrümün sonlarında, şu mübârek dergâha,
Hem dahî fazîletli, oğlum Bâkî-billâh’a,
Hizmet etmekten gayri, yok idi bir sermâyem,
Bu idi bu dünyâda, yaşamaktan tek gâyem.
Âhirette kurtuluş, ümîdim bu hizmeti,
Ne yazık ki, kaçırdım, elimden o da gitti.”
O, böyle söyleyerek, ağlardı kederinden,
Lâkin söyleyemezdi, oğluna, edebinden.
Onun bu üzüntülü, hâlini öğrendiler,
Gelip Bâkî-billâh’a, bunu haber verdiler:
“Efendim olsun şundan, mâlûmatı âlîniz,
Hizmetten oldum diye, çok ağlıyor anneniz.”
Buyurdu ki: “Ben ona, merhamet ettiğimden,
Yemek hizmetlerini, almış idim kendinden,
Mâdemki üzülüyor, hizmetin gittiğine,
Eski hizmetlerini, verin yine kendine.”
Vâlidesi sevinip, şükreyledi Allah'a,
Ve teşekkür eyledi, oğlu Bâkî-billâh’a,
Ganîmet biliyordu, o yaşta bu hizmeti,
Kuvveti az olsa da, pek fazlaydı gayreti.
İlâhî, bu anneyle, oğlunun hürmetine,
Dâhil et bizleri de, Cennet ve cemâline.
HİLÂFETİ ALDINIZ
Yavuz Sultan Selîm Han, Muhammed Bedahşî’yi,
O zaman iki defa, ziyâret, eylemişti.
Ve ilk ziyâretinde, hiç konuşma olmadan,
Edep ile oturup ayrıldı huzurundan.
Bedahşî hazretleri, bir şey söylemeyince,
O da, önüne bakıp, sükût etti öylece.
Zîrâ onun bir velî, olduğunu bilirdi,
Huzûrunda konuşmak, edebe mugâyirdi.
Sultan, ikinci defa, ziyârete gidince,
Bedahşî hazretleri, buyurdu ki şöylece;
Sultânım, ikimiz de, şu anda Rabbimizin,
Seçilmiş kullarından, sayılırız ve lâkin,
Hepimizin boynunda, bir kulluk bağı var ki,
Allah'ın huzûrunda, sorumluyuz inan ki.
Buyurulduğu gibi, Kur’ânda, bir âyette;
Emâneti, yer ve gök alamadığı hâlde,
Onu yüklenmiş olduk, bizler insan olarak,
Zordur bu ağır yükü, hakkı ile taşımak.
Saltanat işini de, alıp siz üstünüze,
Bir yük daha kattınız, bu ağır yükünüze.
Saltanat üzerine, hilâfet de aldınız,
Bu çok ağır sıkleti, daha da arttırdınız.
Bu yükü, ne yer, ne gök ve ne de dağlar çeker.
Ve lâkin Hak teâlâ, size çok yardım eder.
Siz öyle mânevî bir; kuvvete sahipsiniz,
Ondan yeteri kadar, fâidelenirsiniz.”
Yavuz Sultan Selim Han, dinledi edeb ile,
Karşılık söylemedi, bir tek kelime bile.
Sonra izin isteyip, ayrıldı huzûrundan,
Onun bu edebine, hayret edip vüzerân,
Dediler ki: “Sultanım, siz yalnız dinlediniz,
Hikmeti ne idi ki, bir şey söylemediniz?”
Dedi ki: “Biz dünyânın sultanıyız ve lâkin.
Muhtâcız himmetine böyle yüksek zâtların.
Büyükler konuşurken, söze karışılır mı?
Küçüğün konuşması, edebe yakışır mı?
Bulunduğumuz makam, edeb makamı idi,
Orada bize yalnız, sükût etmek düşerdi.”
YETİŞ EY HOCAM!
İcâzetini verip, talebeden birine,
Gönderdi hizmet için, kendi memleketine.
Hâce Muhammed Sıddîk, adlı bu talebesi,
Gidip, Allah yoluna, dâvet etti herkesi.
Lâkin özlediğinden, pek fazla üstâdını,
Ziyâret maksadiyle, yaptı hazırlığını.
Sonra ata binerek, yola çıkıp giderken,
At ürküp, kendisini, düşürdü üzerinden.
Ve hem de bir ayağı, takıldı üzengiye,
Başladı hayvan onu, yerde sürüklemeye.
Etraf da ıssız olup, kimsecikler yoktu pek,
Nerdeyse ölecekti, yerde sürüklenerek.
Çâresizlik içinde, kapadı gözlerini,
İstedi üstâdının, yardım ve himmetini.
“Allah’ın izni ile, ey hocam, yetiş hemen,
Çok zor bir durumdayım, kurtar beni bu hâlden.”
Kalbinden geçirince, hemen bu murâdını,
O, bir anda yetişti ve durdurdu atını.
Takılan ayağını, atın üzengisinden,
Çıkarıp halâs oldu, ölüm tehlikesinden.
Ayağa kalktığında, düşündü ki o ilkin:
“Teşekkür eyliyeyim, hocama, bu iş için.”
Ve lâkin göremedi, onu kendi yanında,
Zirâ o, göz önünden kaybolmuştu ânında.
Aynı zât anlatır ki, hocamın derslerine,
Muntazaman gittiğim, günlerde bir gün yine,
Âile efrâdımı, ziyaret etmek için,
Memlekete gitmeye, hocamdan aldım izin.
Hazırlığımı yapıp, yola çıktım nihâyet,
Sonra bir su yanında, mola verdim bir müddet.
Bir insan boyundan da, derindi hem de o su,
Gömleğimi çıkarıp, yıkamak ettim arzû.
Ve lâkin birden bire, ayaklarım kayarak,
Düştüm suyun içine, yüzü koyun olarak.
Suda yüzmesini de, mâlesef bilmiyordum.
“Beni bu vaziyetten, kim kurtarır?” diyordum.
Böyle çok zor durumda, kalınca en nihâyet,
Yine ben üstâdımdan, istedim, yardım medet:
“Allah'ın izni ile, çabuk yetiş ey hocam,
Yoksa bu su içinde, az sonra boğulacam.”
Ben böyle düşünürken, üstâdım geldi birden,
Beni, sudan çıkarıp, kayboldu göz önünden.
Yolculuk yapıyordum, bir gün yine sahrada,
Susuzluk tesîriyle, otururdum arada.
Yürüyecek tâkatim, kalmadı en nihâyet,
Hattâ yoktu etrafta, sudan eser, işâret.
“Ne yapacağım” diye, düşünürken böyle ben,
Baktım, yine üstâdım, teşrîf etti âniden.
Beni tutup, bir suyun, başına götürerek,
Bekledi baş ucumda, kendime gelene dek.
O sudan kana kana, içip döndüm ben geri,
Baktım yine üstâdım, terk eylemiş bu yeri.
EN KIYMETLİ İŞ
Muhammed bin Sûka ki, Tâbiîni izâmdan,
Cömertliğiyle meşhur, İslâm ulemâsından.
Dünyâdan tam kesilip, Rabbine yönelmişti,
Kendini tamâmiyle, ibâdete vermişti.
O kadar çok ibâdet, ederdi ki her gün de,
Bundan daha fazlası, yapılmazdı bir günde.
“Sen yârın öleceksin”, denseydi kendisine,
Tâatını arttırmak, mümkün değildi yine.
Dediler: “Farzdan sonra, en kıymetli iş nedir?”
Buyurdu: “Bir mümini, sevip sevindirmektir.”
Kendisinden nasîhat, isteyen bir insana,
Buyurdu: “Çok konuşmak, çok zarar verir sana.
İhtiyâç haricinde, fazla konuşmayınız,
Böylece âhirette, pişmanlık duymayınız.
Zîrâ hergün, kirâmen-kâtibîn melekleri,
Yazar konuştuğumuz, bütün kelimeleri.
Yârın mahşer gününde, verilir defterimiz,
Yazılmıştır oraya, söz ve amellerimiz,
Lüzûmsuz, mâlâyânî, sözlerimiz çok ise,
Nasıl cevap veririz, o gün biz Rabbimize?
Eğer azâb ederse, birine cenâb-ı Hak,
O kişi, o azâba, müstehaktır muhakkak,
Hak teâlâ birine, bir dünyâlık verirse,
O da bu dünyâlığa, kalbinden sevinirse,
Lâkin ibâdetinde, olunca bir fazlalık,
Buna sevinmez ise, azâba olur lâyık.
Ve yine dünyâlığı, azalsa bir kimsenin,
O kişi de kalbinden, üzülse bunun için,
Lâkin onun dîninde, noksanlık olur ise,
Üzülmezse, azâba, lâyık olur o kimse.”
SEVDİĞİNE KAVUŞMAK
Dokuzuncu asırda, yetişen evliyâdan,
Biri dahi Muhammed Şüveymî'dir o zaman.
Bu zât, talebesine, der idi ki her derste:
“Hâtırlayın Allah'ı, her an ve her nefeste.
Eğer unutmazsanız. Rabbinizi hiç bir ân,
Kurtarır O da sizi, cümle sıkıntınızdan.”
Bir gün biri gelerek, bu velînin yanına,
Dedi “Sıkıntıdayım, yardım et lütfen bana.”
Bu kimse bir kadınla, evlenmek istiyordu,
Kadın ise aksine, bunu istemiyordu.
Şüveymî hazretleri, gösterip bir odayı,
Buyurdu ki: “Şuraya gir ve kapat kapıyı.
O kadının ismini, söyle devâm üzere,
Murâdın tez zamanda, hâsıl olur bu kere.”
O kimse “Peki” deyip odaya girdi nâçar,
O kadının ismini söyledi tekrar tekrar.
Öyle ki, gece gündüz, yemek de yemiyordu,
O kadının, ismini hep tekrar ediyordu.
Birkaç gün geçmişti ki, hadise üzerinden,
O kadın bir gün gelip, kapıyı çaldı birden.
Açmadan sordu o da; “Siz kimsiniz?” diyerek,
Kadın, kapı dışında, seslendi sevinerek.
Dedi ki: “Ben falanca, kadınım beni dinle,
Bil ki ben, evlenmeye, râzı oldum seninle.”
O ânda o kimseye, erişti bir hidâyet,
Kadınla görüşmeyip, teklifini etti red.
Dedi: “Şâyet bir kişi, severse birisini,
Madem ki kavuşuyor, çok söylerse ismini.
Ben niçin insanlarla böyle meşgûl olurum.
İsmini söyleyerek Rabbime kavuşurum.”
O günden îtibâren, o kişi gündüz gece,
Allah’ın zikri ile meşgûl oldu böylece,
Beş gün geçmiş idi ki, görüldü tesirleri,
Kalp gözü açılarak, oldu kâmil bir velî.
HAKİKİ HÜKÜMDAR
Muhammed bin Vâsi’ ki, Tâbiînden kendisi,
Ârif-i kâmil olup, devrinin bir tanesi,
Îtibâr etmez idi, dünyâya zerre kadar,
İstifâde ederdi, sözlerinden insanlar.
Biri kader hakkında, bir suâl sordu ona,
Mezarlığı gösterdi, cevaben o insana.
Ve buyurdu: “Bu konu, geniş bir ilim ister,
Meşgul değil bununla, şimdi kabirdekiler.”
Demek istemişti ki, bunu soran insana,
“Uğraşma, âhirette, sormazlar bunu sana.”
Kendisini sevenler, geldiler huzûruna,
“Nasılsınız efendim?” diye sorunca ona,
Dedi: “Nasıl olayım, belki yakın ecelim,
Lâkin amelim kötü, pek uzundur emelim.”
Şöyle buyurmuş idi, birine nasihatte:
“Gayret et, pâdişâh ol, dünyâ ve âhirette”
“Nasıl olur?” deyince, buyurdu ki o zaman:
“Bir dileğin olunca, bekleme insanlardan.
Rabbinden iste yalnız, herkes O’na muhtaçtır,
Böyle olan bir mümin, hakîkî pâdişâhtır.”
“Rabbini bilir misin?” diye sorduklarında,
Başını öne eğip, biraz durdu o anda,
Daha sonra başını kaldırıp, şöyle dedi:
“Onu bilen az söyler, çok olur ibâdeti.”
Derdi ki: “İnsanlara, karşı dili korumak,
Altını korumaktan, daha zordur muhakkak.
Âhirette, Cennet'e, girmiş olsa bir kimse,
Orada ağlaması, ne kadar garip ise,
Cennet'e gideceği, meçhul olan kimsenin,
Gülmesi de o kadar, gariptir bunun için.
Öyleleri vardır ki, şöyle idi aynıyla,
Başını bir yastığa, koyardı hanımıyla.
Lâkin sabaha kadar, ağlayıp sızlanırdı,
Yastığı gözyaşından, tamâmen ıslanırdı.
Yirmi yıl ağlardı da, sessizce geceleri,
Hanımının bunlardan, olmazdı hiç haberi.”
Yâ Rabbî, bu mübârek insanlar hürmetine,
Âhirette bizi de, dâhil et Cennetine.
YAKMAYAN ATEŞ
Muhyiddîn-i Arabî, zamânında bir kişi,
Felsefeyle îzâha, çalışırdı her işi.
Açık mûcizeleri, ederdi o hep inkâr,
Derdi ki: “Bu şeylere, câhiller inanırlar.”
Geldi bir gün bu kişi, Muhyiddîn-i Arabî’ye,
Kapıdan izin alıp ve girdi içeriye,
Soğuk bir kış günüydü, mangal vardı odada,
Şöyle söze başladı, bu filozof orada.
“Bâzı câhil insanlar, şuna inanırlarmış,
Nemrud Halîlullah'ı, bir gün ateşe atmış.
Ve lâkin Halîlullah, yanmamış o ateşte,
Bu işi akıl mantık, kabûl etmiyor işte.
Ateşin özelliği, yakıcıdır muhakkak
Böyle hurâfelere, câhil inanır ancak.”
Üzüldü o velî zât onun bu sözlerinden
Ona cevap olarak, kalktı hemen yerinden,
Ateş dolu mangalı, alarak ellerine,
Boşalttı tamamını, kilimin üzerine.
Karıştırdı eliyle, hem de o ateşleri,
Sonra da avuç avuç, mangala döktü geri.
Bunu gören filozof, şaşırdı hayretinden,
Dedi ki: “Bu gördüğüm, gerçek mi hakîkaten.”
Peşinden buyurdu ki, Muhyiddîn-i Arabî:
“Sok sen de şu ateşe, elini, benim gibi.”
O dahî bir elini, uzatınca ateşe
Ateşin şiddetinden, geri çekti acele.
Çok hayret etmiş idi, o kişi olanlardan,
Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu ki o zaman:
“Ateşin özelliği, yakıcıdır ve fakat,
İbrahîm peygamberi, yakmadı, bu hakîkat,
Bıçak da kesicidir, mantığa bakar isek,
Ve fakat İsmâil’i, kesmedi, bu da gerçek.
Sen yanlış biliyorsun, hakîkat işte budur,
Her şey Hak teâlânın, dilemesiyle olur.”
Pişman oldu o kişi, önceki sözlerine,
Şehâdeti söyleyip, girdi İslâm dînine.
ATEŞ SİZİ YAKACAK
Muînüddîn-i Çeştî, kendi evinde her gün,
Yemek yedirir idi, fukaraya her öğün.
Var idi bu iş için, hizmet eden bir kişi,
Her gün yemek pişirip, dağıtmaktı tek işi.
Para lâzım oldukça, bu işte hizmetçiye,
Gelirdi çekinmeden, Muînüddîn Çeştî’ye.
Namaz kıldığı yerde, bir çekmece dururdu,
Onu çeker, içinde, hazîneler bulurdu.
Alırdı kâfi miktar, günlük ihtiyâcını,
Onunla erzak alır, yakardı ocağını.
Var idi o zamanlar, Bağdat’ta yedi kimse
Ateşe tapıyordu, onların yedisi de,
Çekerlerdi hem dahi, her gün sıkı riyâzet
Yâni nefislerine, ederlerdi eziyyet.
Öyle yapmış idi ki, bu riyâzet onları,
Altı ayda bir lokma, ekmekti gıdâları.
Böyle açlık, susuzluk, çekerek gün ve gece,
Bir hayli istidrâca, kavuştular böylece.
Çok insanlar görerek, onların bu hâlini,
Büyük zât bilirlerdi, mâlesef herbirini.
Muînüddîn Çeştî’yi, işitip bu kâfirler,
Onun ile tanışıp, görüşmek istediler.
Geldiler bu maksatla, bulunduğu ülkeye,
Sordular insanlara: “Hânesi nerde?” diye.
Girdiler, oturdular, karşısında bir yere,
Dehşete kapıldılar ve lâkin birden bire.
Zîrâ henüz onlara, gelmişti bir nazarı,
O an büyük bir korku, kaplamıştı onları.
Peşinden bir titreme, aldı bedenlerini,
Hemen kalkıp öptüler, mübârek ellerini.
Buyurdu: “Siz Allah'tan, hiç utanmaz mısınız?
Hak teâlâ dururken, ateşe taparsınız?”
Dediler: “Biz ateşe, tapıyoruz elbette,
Ki yakmasın bizleri, dünya ve âhirette.”
Buyurdu: “Ey ahmaklar, ateş mâbûd olur mu?
Hiç ateşe tapanlar, yanmaktan kurtulur mu?
Zîrâ tek Allah vardır, ibâdete müstehak,
Böyle îmân etmeyen, yanacaktır muhakkak.
Siz eğer ki Allah'a, koşarsanız böyle eş,
Dünyâ ve âhirette, yakar sizi bu ateş.
Ben ise tek Allah'a, inanırım şu anda,
Bu yüzden ateş beni, yakmaz iki cihanda.”
Onlar hayret ederek, dediler: “Öyle ise,
Bunun doğruluğunu, isbât et şimdi bize.”
Onlar merak içinde, mübâreğe bakarken,
O içerden getirdi, bir yığın kor, yanarken,
Allah'a duâ edip, avuçladı közleri,
Açık kaldı dehşetten, kâfirlerin gözleri.
Hem de onun elinde, söndü yanan ateşler,
Hayretle şâhid oldu, buna ateşperestler.
Ve onlar görür görmez, bu müthiş kerâmeti,
Nakşoldu kalblerine, İslâmın muhabbeti.
Ve duydular gâibden, şöyle söylendiğini:
“Ateşin gücü var mı, yaksın senin elini.”
Onlar bütün bunları, işiterek, görerek,
Hepsi îmân ettiler, şehâdet getirerek.
Oldular yedisi de, makbûl bir talebesi,
Hattâ kısa zamanda, evliyâ oldu hepsi.
Nice kâfir kimseler, bir bakmakla yüzüne,
O anda îmân edip, inanırdı sözüne.
Kendisinin Bağdat’ta, bulunduğu yıllarda,
Gayr-i müslim bir kişi, kalmadı o diyârda.
SEN DE ÖLECEKSİN!
Bir gün Hasan-ı Basrî'ye Ömer bin Abdülazîz,
Yazdı ki: "Nedir bana, mühim nasîhatiniz?
Zîrâ hükümdar oldum, bilcümle müslümana,
Muvaffak olmam için, tavsiyeniz ne bana?"
O da ona yazdı ki: "Yâ Emîrel müminîn,
Çoktur mesûliyeti, idâre edenlerin.
Şunu bil ki bir sultan, bedende kalp gibidir,
O iyi olur ise, milleti de iyidir.
Bozulur milleti de, bozulursa o sultan,
O halde sen kendine, dikkat eyle her zaman.
Gerçi bugün sultansın, tebana hükmedersin,
Lâkin bir gün sen dahi, ölüp kabre girersin!
Şimdi hep sevdiklerin, yanındadır bu günde,
Lâkin yalnız kalırsın, kabire girdiğinde.
Bil ki imtihandasın, yâ Ömer sen şu anda,
Öyle amel eyle ki, kaybetme imtihanda.
Sana yazdıklarımın, ilâçtır her birisi.
Ve lâkin kullanmazsan, hiç olmaz fâidesi."
Hasan-ı Basrî ona, başka bir mektubunda,
Buyurdu ki: "Bu dünyâ, biter elbet sonunda,
Zîrâ bu, bir konaktır, ölünce sona erer,
Ebedî kalacak yer âhirettir yâ Ömer.
Dünyâyı üstün tutan, zelîl olur âkıbet,
Zîrâ Allah dünyâya, bir zerre vermez kıymet.
Süslenmiş gelin gibi, cezbeder dünyâ seni,
Ahmak olan kaptırır, dünyâya kendisini.
Evet, gerçi dünyâlık, lâzımdır her mümine,
Lâkin onun sevgisi, girmemeli kalbine.
Zîrâ kalp, nazargâh-ı ilâhîdir âşikâr,
Dünyâ muhabbetinin, orada ne işi var?
Dünyâyı seven kişi, düşer onun ardına,
Ve lâkin hiç bir zaman, eremez murâdına.
Her gün ayrı düşünce, her gün ayrı bir keder,
Ona kim aldanırsa, ömrünü heder eder.
Halbuki dünyâ benzer, insanın gölgesine,
Yakalamak istesen, o kaçar senden yine.
Sen dünyâdan kaçarsan, o gelir hep ardından,
Tecrübe edilmiştir, bu böyledir her zaman.
Yâ Ömer, bu insanlar, uyumaktadır, ancak,
Melekül mevt gelince, âniden uyanacak.
Hak teâlâ dünyâya, verseydi biraz kıymet,
Vermezdi kâfirlere, dünyâdan zerre nîmet.
Yâ Ömer peygamberler, âlimler ve velîler,
Ona aldanmamayı, nasîhat eylediler.
Zîrâ âhiret için yaratıldı bu insan,
Ve hesap verecektir, dünyâda yaptığından.
Hem dahi sonu yoktur, ebedîdir âhiret
Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
İnsan sonsuzluk için, yaratıldı yâ Ömer,
Öyleyse buna göre, âhirete değer ver."
SOFU BABA'NIN AŞKI
Seyyid Fehîm her sene, Van'a gidip bir defâ
Güzel sohbetleriyle, nûr saçardı etrafa.
Mevsim yaz olduğundan, hava bir sıcaktı ki,
İnsanlar harâretten, kavruluyordu sanki.
Gençten bir kimse vardı, hem de Fehîm isminde,
Yaşardı o zamanlar, günah işler içinde.
Bu genç, dağdan bir tabak, kar temin edip bir gün,
Getirip huzûruna, arz etti o büyüğün.
Seyyid Fehîm o gence, buyurdu: "İsmin nedir?"
O gâyet sıkılarak, dedi: "İsmim Fehîm'dir."
Bir makbûl olmuştu ki, getirdiği soğuk kar,
Şefkatle etti ona, bir teveccüh ve nazar.
Bu, öyle bir teveccüh, öyle nazardı ki hem,
Kalbi, Seyyid Fehîm'in, aşkıyla doldu o dem.
Öyle bir muhabbetle, bağlandı ki o zâta,
Onun muhabbetiyle yanar oldu âdetâ.
Sonradan Seyyid Fehîm, Arvas'a etti avdet,
O sene kış mevsimi, şiddetli geçti gâyet.
Ve lâkin yanıyordu, o aşkla onun gönlü,
Onun ayrılığına, yoktu hiç tahammülü.
En son dayanamayıp, dedi ki: "Anneciğim,
Heybemi hazır et ki, Arvas'a gideceğim."
Dedi: "Gitme evladım, bir baksana şu kışa,
Çıkarsan yem olursun, dağlarda kurda kuşa."
Lâkin o, kararını, vermiş idi pek kat'i,
Zîrâ onun aşkından, kalmamıştı tâkati.
Heybesini alarak, düştü Arvas yoluna,
Ona kavuşmak için, bir mâni yoktu ona.
Her an ölüm saçarken, aç kurtlar, soğuk ve kar
O, dağ dere demeyip, gidiyordu bir karar.
Zîrâ onu götüren, bir sevgiydi, bir aşktı.
Çünkü Seyyid Fehîm'e, varıp kavuşacaktı.
Bir dağın tepesinde, tam bu aşkla giderken,
Baktı ki karşısına, bir adam çıktı birden.
Ve sordu ki: "Nereye, gidiyorsun ey Fehîm?
Eğer arzû edersen, sana yardım edeyim."
Lâkin o, cevap bile, vermiyerek hiç ona,
Yine aynı aşk ile, devam etti yoluna.
Çünkü Seyyid Fehîm'le, berâberdi o zâten,
Ve onun aşkı ile, gidiyordu esâsen.
Ve bir akşam, Arvas'ta, ezân okundu, fakat,
Namaz için mihrâba, geçmedi o büyük zât.
Herkes merak ederken, niçin beklediğini,
Seyyid Fehîm bildirdi, bu işin hikmetini.
Buyurdu: "Bir yolcumuz, geliyor, yolda şu an,
Hem de donmak üzere, neredeyse soğuktan."
Biraz sonra genç Fehîm, bir kardan adam gibi,
Kavuştu ma'şûkuna, dinlemeyip kar tipi.
Buyurdu ki: "Ey Fehîm, o yolda rast geldiğin,
Hızır'dı, niçin ondan, bir yardım istemedin?"
Dedi ki: "Beraberdim, o anda sizin ile,
Çok kolay geliyordum, sizin himmetinizle.
Siz de geliyordunuz, o yolda yanım sıra,
Sizinle beraberken, bakar mıyım Hızır'a.
Ben sizin aşkınızla, dağları aşıyordum.
Her adımda daha çok, size yaklaşıyordum."
Sofu Baba derler ki, ona Van civârında,
Ziyâret etmektedir, sevenler, mezarında.
KIR O ŞİŞELERİ
Necâti Bey isminde, var idi ki bir kişi,
Vaktiyle Adliye'de, müfettişlikti işi.
İşte bu Necâti Bey, vazîfeyle bir sene,
Bir Arefe gününde, gitti "Müks" ilçesine,
Kendisi anlatır ki: Müks'e vardığımda ben,
Bayram namazı için, câmiye gittik hemen.
Kaymakam ve ilçenin, bâzı mühim zâtları,
Baktım, namazdan sonra, çıkardılar atları.
Tahmîn ettim, bir yere, gidiliyordu derhâl,
"Bir yere yolculuk mu, var?" diye ettim suâl.
Dediler: "Bayramlarda, şudur ki âdetimiz,
Namazı müteâkip, Arvas'a gideriz biz.
Orada Seyyid Fehîm, diye var bir evliyâ,
Onu ziyâret edip, alırız hayır duâ."
Dedim ki: "Vaziyetim, değilse de pek iyi,
Beni dahî götürün, göreyim o velîyi."
"Olur" deyip bana da, hazırladılar bir at,
Yola düştük ise de, bir hoş oldum ben fakat.
Çünkü benim aslında, din ile yoktu ilgim,
İslâmî husûslarda, yok idi hiç bir bilgim.
Ayrıca da mâlesef, mübtelâydım içkiye,
Şimdiyse gidiyorduk, bir evliyâ kişiye.
Vaktâ ki sınırından, duhûl ettik Arvas'ın,
Sanki başka bir âlem, zuhur etti ansızın.
Ömrümde hiç böyle şey, görmemiştim doğrusu,
Girince sardı bizi, sanki "Cennet koku"su.
Alışkın olduğumdan, içkiye ve lâkin ben,
Heybeme"iki şişe", koymuştum ihtiyâten.
Zîrâ mübtelâ idim, içmeden edemezdim,
İçmediğim zamanlar, kararırdı gözlerim.
Varınca biraz sonra, Arvas kabristanına,
Sakladım şişeleri, taşların arasına.
Kimseye sezdirmeden, yapmıştım ben bu işi,
Yol arkadaşlarımdan, görmedi hiç bir kişi.
Orada "Fâtiha"lar, okuyarak mevtâya,
Sonra gittik hepimiz, o büyük evliyâya.
Huzûruna girip de, görür görmez o zâtı,
Düşündüm ki "Var bunda, sanki melek sıfatı.
Önce görmüş olduğum, insanlardan değildir,
Bu çok büyük bir insan, bu mürşid-i kâmildir,"
Kendisine gönülden teslîm oldum bin aşkla,
Ellerine sarılıp, öptüm bir iştiyâkla.
Büyük bir arzû ile, arz ettim ki: "Efendim,
Bu tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim."
Gülerek buyurdu ki: "Bu, böyle olmaz fakat,
Olur mu bir arada, şişe ile bu hayat?
Gidip kabristandaki, kır o iki şişeyi,
Ondan sonra gel bizden, talep eyle bu şeyi."
"Peki efendim" deyip, birini kırıp attım,
Her ihtimâle karşı, öbürünü bıraktım.
Huzûruna gelince, buyurdu: "Ey müfettiş,
Git, öbür şişeyi de, kır gel ki, bitsin bu iş."
"Peki" dedim ve gidip, kırdım öbürünü de,
Gelip tövbe eyledim, o büyüğün önünde.
Çok memleket dolaştım, çok âlim gördüm, fakat,
Görmedim hiç bir yerde, onun gibi büyük zât.
SECDEDE VEFÂT ETTİ
Bir kimse anlatıyor, duydum ki Dâvûd Tâî,
Hastalanmış yatıyor, hava da güzel idi.
Ziyâret maksadıyle, gittiğimde yanına,
Gördüm koymuş başını, kerpiçten yastığına.
Hem ızdırap çekiyor, hem Kur'ân okuyordu,
Bir âyeti durmadan, hep tekrar ediyordu.
O âyetin mânâsı, şöyle idi meâlen:
"Cehennem'de şiddetli, azap var ebediyyen."
Dedim ki: "Dışarıda, çok güzel bir hava var,
Dışarı çıkarayım, isterseniz bir miktar."
Buyurdu ki: "Ömrümde, hiç uymadım kendime,
Böyle şey istemekten, sığınırım Rabbime,
Ölürsem gömün beni, şu duvar arkasına,
Görmesin kimse beni, vasiyettir bu sana."
Muhterem vâlidesi, anlatır ki şöylece;
Oğlum, ibâdet ile, sabahladı bir gece.
O gün sabaha kadar, namaz kıldı huşûyla,
Sonra da ağlıyarak, meşgûl oldu duâyla.
En son vardı secdeye, bekledi uzun mikdâr,
Kaldırmadı başını, fecir sökene kadar.
Merak ettim doğrusu, onun bu durumunu,
Bir de baktım secdede, teslim etmiş rûhunu.
Vefât ettiği gece, bir ses geldi gâibden,
İşitti cümle âlem, şöyle diyordu aynen:
"Bilin ki Dâvûd Tâî, Rabbine kavuşmuştur,
Cennet nîmetleri, şimdi onun olmuştur.
Cennetler hazırlanıp, süslendiler hep ona,
Ne mutlu Dâvûd'a ki, tam vardı murâdına."
Onun cenâzesini, taşımak gâyesiyle,
Binlerce kişi gelip ağladı gözyaşıyle.
Hazret-i İbn-i Semmâk, gelip cenâzesine,
Şu târihî sözleri, söyledi kendisine:
"Zâten ölü gibiydin, sen ecelin gelmeden,
Görmüştün hesâbını, hesâba çekilmeden."
Sen onun hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,
Âhiret derdi ile, dertlendir hepimizi.
NE İÇİN ŞEREFLİYDİ?
"Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı?
Hangi tatlı göz ki, yere akmadı."
Bir şarkıcı kadından, duyunca bu sözleri,
Hidâyete gelerek, yaşla doldu gözleri.
Ve İmâm-ı A'zam'ın, hânesine giderek,
Anlattı bu hâlini, çok taaccüp ederek.
Dedi ki: "Ey efendim, bir söz duydum birazdan,
Şuûrum alt üst oldu, soğudum bu dünyâdan.
Hidâyete gelmeme, sebep oldu bu şiir,
Bu fakire, şu anda, nasîhatiniz nedir?"
İmâm'ın emri ile, öğrendi din ilmini,
Ve ilmine göre de, düzeltti her hâlini.
Sonra da, öyle kavî, sarıldı ki İslâma,
Örnek oldu hayatı, bilcümle müslümâna.
Geldi bir gün Câfer-i Sâdık'ın huzûruna,
Dedi ki: "Bir nasîhat, eyleyin lütfen bana."
Buyurdu ki: "Ey Dâvûd, zâhidisin zamânın,
Benim nasîhatime, var mı ki ihtiyâcın?"
Dedi ki: "Sen Resûl'ün, torunusun bir kere,
Ve mübârek kanından, taşıyorsun bir zerre,
Bu yüzden var elbette, bizlere üstünlüğün,
Senin nasîhatine, muhtaçtır herkes bu gün."
Buyurdu: "Korkum şu ki, mahşer günü, Peygamber,
Bana şöyle bir bakıp, buyurursa "Ey Câfer!
Sen, evlâdım olarak, böyle mi olacaktın?
Ve benim sünnetime, böyle mi uyacaktın?"
Dâvûd bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Uğraştı sırf kalbini, Allah'a bağlamaya.
İnzivâya çekilir, sever idi uzleti,
Buna rağmen cihâna, yayılmıştı şöhreti.
Sordular sebebini, devrin âlimlerinden:
"Dâvûd, uzlette iken, bu şöhreti nereden?"
Dediler ki: "Kalbinde, sırf Allah vardır onun,
Yâni Allah'tan başka, kimsesi yok Dâvûd'un.
Mahlûktan yüz çevirip, kul, dönerse Rabbine,
Öyle şeref bulur ki, akıl ermez hâline."
Bir gece otururken hânesinin damında,
Allah'ın kudretini, tefekkürü ânında,
Başladı ağlamağa, Rabbini düşünerek
Düştü komşu damına, kendisinden geçerek.
O zât sesi duyunca bacaya çıktı birden,
Onu görüp dedi ki: "Sen mi düştün deminden?"
Buyurdu ki: "Tefekkür, ediyordum Rabbimi,
Bayılmışım ve sonra, burda buldum kendimi."
Su içine doğrayıp, yerdi hep yavan ekmek,
Nefsi azmasın diye, yemezdi yağlı yemek.
Bir gün bâzı dostları dediler: "Zaîfsiniz,
Size yağlı bir yemek, getirsek yer misiniz?"
"Evet" dediği için, getirdiler önüne,
Lâkin biraz düşünüp, yemedi ondan yine.
Dedi: "Filân kimsenin, nasıldır yetimleri?
Alıp ona götürün, bu nefis yemekleri."
ANNEYE HİZMET
Bâyezîd-i Bistâmî, çocuk iken kendisi,
İlim için mektebe, göndermişti, annesi,
Hocasını büyük bir dikkatle dinliyordu,
Öğrendiği şeyleri, hemen ezberliyordu.
Bir gün normal vaktinden, erken geldi evine,
Annesi merak edip, sorduğunda kendine,
Dedi ki: "Anneciğim, bugün birşey öğrendim,
Duânı almak için, erkenden eve geldim.
Hak teâlâ Kur'ânda, buyuruyor ki bana,
İtâat eyleyeyim, kendisine ve sana.
Duâ et de yapayım, Rabbime çok ibâdet,
Sana da lâyıkıyla, yapayım iyi hizmet."
O günden itibâren, sarıldı ibâdete,
Koyuldu annesine, gece gündüz hizmete.
Karlı ve dondurucu, soğuk bir kış gecesi,
Yatağından seslenip, su istedi annesi.
Fırladı annesinin, emri için yerinden,
Lâkin testi boş idi, çeşmeye koştu hemen.
Testisini doldurup, döndüğünde evine,
Gördü ki vâlidesi, uykuya dalmış yine.
Onu uyandırmağa, gönlü râzı gelmedi,
Buzla kaplı testiyle, başucunda bekledi.
Biraz sonra annesi, uyandı "Su, su" diye,
Gördü ki oğlu bekler, elinde testi ile.
Dedi ki: "Ey evlâdım, niçin oturmuyorsun?
Başucumda, ayakta, öylece bekliyorsun?"
Dedi ki: "Anneciğim, beklerim şu sebepten,
Hemen verebileyim suyu geciktirmeden."
Vâlidesi silerek, yaşaran gözlerini,
Oğluna duâ için, kaldırdı ellerini:
"Yâ Rabbî, ben oğlumdan râzıyım sonsuz kere,
Sen de ondan râzı ol, kavuştur nimetlere."
Bâyezîd-i Bistâmî, hürmetine ilâhî,
Anne duâsı almak, nasîb et bize dahî
KÖTÜLÜĞE İYİLİK
Müslüman, kardeşine, güler yüzlü olmalı,
Din ve dünyâ işine, yardımda bulunmalı.
Bir köylü, Medîne'de, sordu efendimize,
Dedi: "Yâ Resûlallah, din nedir, öğret bize?"
Buyurdu ki: "Allah'ın, emrine itâattir,
Onun mahlûklarına, merhametli olmaktır."
Güzel ahlâk hakkında, suâl eden birine,
Buyurdu ki: "İhsân et, senden yüz çevirene!"
Çok defa Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri,
Kabristanın içinde, gezerdi geceleri.
Yine dolaşır iken, bir gece kabristanda,
Onu gece bekçisi, farketti karanlıkda.
Ve lâkin tanımadı, vurdu asâsı ile,
Bâyezîd-i Bistâmî çıkarmadı çıt bile.
Devâm etti vurmaya, bitsin diye cezâsı,
Sonra kırılıverdi, birden bire, asâsı.
Bâyezîd hazretleri, gelince hânesine,
Asânın fiyatını, sordu talebesine.
O miktarda parayı, koydu kese içine,
Gönderdi tatlı ile, o gece bekçisine.
Bir de mektup yazmıştı, kendisine şöyle ki,
"Sayın Bekçi Efendi, bu gece, dövdün beni.
Evet suç bende idi, kabâhatin yok senin,
Dövmezdin tabî ki, ben orada gezmeseydim.
Senin asân kırıldı, benim sebebim ile,
Bu parayla asâ al, hakkını helâl eyle.
Ye âfiyet üzere, gönderdiğim tatlıdan,
Korusun Hak teâlâ, seni her sıkıntıdan."
Okuyunca o bekçi, bu mektup geldiğinde,
Huzûruna gelerek, tövbe etti o günde.
Ve hattâ bu sâyede, geldi bir çok bekçiler,
Onun ile birlikte, hak yoluna girdiler.
İTÂAT BÖYLE OLUR
Allah adamlarından, "Bâyezîd-i Bistâmî",
Dîne hizmet uğrunda, bir hayli çoktu azmi.
Üstâdından aldığı, feyiz ve ilhâm ile,
Hizmete adamıştı, kendini tamâmiyle.
Gâye, bir kişi olsun, kurtarmaktı Ateş'ten,
Daha mühim iş yoktu, ona göre bu işten.
Buyurdu: "Kardeşlerim, verenler olur azîz,
Zîrâ veren kulları, çok seviyor Rabbimiz.
Almak istemeyin ki, bu, hiç makbûl şey değil,
Hep almak düşünenler, olurlar hor ve zelîl.
İnsanlar arasında, olan her türlü kavga,
Hepsi almak yüzünden, vukû bulur mutlaka.
Fakat "vermek" yüzünden, çekişme olmaz zinhâr,
Görülmüş mü vermekten, kavga etsin insanlar?"
Buyurdu: "Peki deyin, kaçının îtirazdan,
Zîrâ peki demeyip, kovuldu la'in şeytan.
Eshâb, Resûlullah'a, tam itâat ederdi,
O'nun her bir emrine, hemen "peki" derlerdi.
Mübârek huzûrunda, edepliydiler gâyet,
Sessizce oturur ve etmezlerdi hareket.
Hattâ ağaç zannedip, kuşlar o kimseleri,
Gelip üzerlerine, konarlardı ekserî.
Bir kabahat işledi, eshâbdan biri, bir gün,
Mübârek kulağına, gitti bu da Resûl'ün.
Resûl'e erişince, vukû bulan hâdise,
Buyurdu ki: "Onu ben, hapsettim öyle ise."
Bu haberi o zâta, gidip dediklerinde,
Bir "mıh gibi" çakılıp, kala kaldı yerinde.
Bu emri aldığında, nasılsa vaziyyeti,
Öylece dondu kaldı, aslâ değiştirmedi.
Allah'ın Resûlünün, emrine muhâlefet
Olur diye, bir milim, eylemedi hareket.
Hattâ bir ayağını, öbürünün yanına,
Bile getirmedi ki, îtiraz olur O'na.
Resûl'e bu derece, itâat ederlerdi,
"O'nun için canımız, fedâ olsun." derlerdi."
Bir gün de buyurdu ki: "Kardeşlerim, bu nefis,
Öyle bir canavar ki, aman dikkat ediniz!
Bir ahtapot misâli, insanın vücûdunu,
Kollarıyla sarmıştır, böyle düşünün onu.
Başı, tam alındadır, sanki bu canavarın,
İşi, mâni olmaktır, secdesine insanın.
Haram ile beslenir, nefis denen canavar,
Serpilir, kuvvetlenir, işlendikçe haramlar.
Sâdece tek gâyesi, vardır ki işbu nefsin
Sâhibini ebedî, azâba sürüklesin!
Siz düşman aramayın, sizin hâricinizde,
En büyük düşmanınız, nefistir içinizde,
Onu öldürmek için, iki yol vardır ancak,
Birisi, gıdâsını, kesmektir tam olarak.
Yâni, işlenmez ise, en küçük günah bile,
O, gıdâsız kalarak, zayıflar tamamiyle.
Öbürü, kelime-i tevhîdi söylemektir.
Bu kelime, nefs için, en te'sîrli kötektir."
Bu sohbet sâhibinin, hürmetine İlâhî
Nefsimizin şerrinden, hıfz eyle bizi dahî
KOKUSUNU DUYUYORUM
Evliyâ-i kirâmın, en büyüklerindendir,
İnsanların kalbine, nûr salıp etti tenvîr.
"Seyyid Emîr Külâl'in, talebesidir bu zât,
Kararmış olan kalpler, onunla buldu hayat.
Seyyid olup, Resûl'ün, kerîm evlâdındandır,
Dînin yayılmasında, pekçok hizmeti vardır.
Bin üç yüz on sekizde, teşrîf etti dünyâya,
Yetmiş üç yaşındayken, göçtü dâr-ı bekâya.
Buhâra'da bir belde, var ki Kasr-ı Ârifân,
Kabri bu yerde olup, nûr saçılır oradan.
Bu büyük zât, dünyâya, gelmişti bu beldede,
Hem vefâtları dahi, oldu yine bu yerde.
O, dünyâya gelmeden, duyulmadan hiç adı,
Onun geleceğini, müjdeledi üstâdı.
Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'ydi ki o zât,
Ondan saçılıyordu, dünyâya her füyûzât.
Ne zaman geçse idi, o, Kasr-ı Ârifân'dan,
Derdi: "Bana bir koku, geliyor ki buradan,
Zuhûr eder bu yerde, çok büyük bir evliyâ
Kararmış gönülleri, nûruyla eder ihyâ."
Gelince başka bir gün, bu bereketli yere,
Buyurdu ki: "O koku, fazlalaşmış bu kere.
Öyle zannederim ki, o, dünyâya gelmiştir,
Büyüyüp yetişince, İslâma kuvvet verir."
Böyle söylediğinde, hakîkaten o velî,
Henüz üç gün olmuştu, o dünyâya geleli.
Babası, kucağına, alarak bu oğlunu,
Bu büyük evliyâya, götürdü o gün onu.
O zât onu görünce, sevinip buldu huzur,
Buyurdu: "O dediğim, evliyâ işte budur.
Zaten ben, her ne zaman, geçseydim bu beldeden,
Alırdım kokusunu, bu büyük zâtın hemen.
Bu defâ gelirken de, bu koku geliyordu,
Hattâ biz yaklaştıkça, ziyâdeleşiyordu.
Düşündüm ki "Doğmuştur, dediğim o büyük zât,"
O koku, bu yavrudan, geliyor işte bizzât.
Size müjde olsun ki, işte o, bu bebektir,
Bu, ilerde çok büyük, bir zât olsa gerektir."
Daha sonra şefkatle, bağrına bastı onu,
Buyurdu: "Evlatlığa, kabûl ettik biz bunu."
Sonra Emîr Külâl'e, dedi: "Bu, benim oğlum,
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum."
Büyüyüp tâbi oldu, o da Emîr Külâl'e,
Ondan feyiz alarak, erişti tam kemâle.
O, henüz çocuk iken, evliyâlığa âit,
Alnında işâretler, görünürdü her vakit.
Annesi anlatır ki: "Bu oğlum Behâeddîn,
"Kerâmet" sâhibiydi, dört yaşındayken hemin.
Evimizde bir inek, vardı yavrulayacak,
Doğurmasına daha, bir müddet vardı ancak.
Bir gün bana dedi ki, ineği göstererek;
"Beyaz başlı bir yavru, doğuracak bu inek."
Birkaç ay geçmişti ki, o günden îtibâren,
Beyaz başlı buzağı, doğurdu inek aynen."
NİÇİN HAMDETMİYEYİM?
Kerâmetler sâhibi, bir velîsidir Hakkın,
Kulların hizmetine, çalışmıştır bihakkın.
Dîne hizmet aşkıyle, kalbi hep çarpıyordu,
Bir şeyler yapmak için, fırsatlar arıyordu.
Zengin idi, malını, verdi İslâm yolunda,
Çünkü mal ve paranın, sevgisi yoktu onda.
Ne kadar çok idiyse, onun malı, serveti,
Çok idi o kadar da, o mallara nefreti.
Bir gün bir talebeye, buyurdu: "Odaya gir,
Beş bin dînar olacak, onları bana getir."
Talebe o odaya, girdi ve döndü geri,
Dedi ki: "Göremedim, içerde akçeleri."
"Elhamdülillah" deyip, dersine etti devam,
Olmadı bu hususta, onda hiç üzüntü gam.
Az sonra o talebe, içeri girdi yine,
Onları bulduğunu, arz etti kendisine.
Hazret-i Behâeddîn, aldı "Peki" diyerek,
Devâm etti dersine, bir daha hamd ederek.
Merak etti talebe, dedi ki: "Efendim siz,
Her iki halde dahi, yine hamd eylediniz."
Buyurdu ki: "Evlâdım, niçin hamd etmiyeyim?
Rabbimiz imân vermiş, dünyâlığı nideyim?
Paranın varlığıyla, yokluğu bu dünyâda,
Müsâvîdir, değişmez, dervişlerin yanında.
Dünyâ elden çıkınca, üzüntü duymazlar hiç,
Ele geçirince de, bulmazlar aslâ sevinç.
Ben dahi birincide, nazar ettim kalbime,
Gördüm ki üzüntü yok, hamd eyledim Rabbime,
İkinci seferde de, kalbime ettim nazar,
Gördüm ki bir sevinç yok, şükr eyledim, o kadar.
Bir kul ki Allah'ını, seviyorsa eğer çok,
Fark etmez ona göre, dünyâlık var veyâ yok."
Bu cevap, talebenin, sürûr verdi gönlüne,
Daha arttı yakîni, onun büyüklüğüne.
Hazret-i Behâeddîn, tevâzu sâhibiydi,
Kendini üzenlere, sabır küpü gibiydi.
Hattâ o, kendisine, kötülük edenlere,
İhsân ve ikrâmlarda, bulunurdu çok kere.
Derdi ki: "Hak yolunda, yürüyen kimseleri,
Rabbimiz imtihana, tâbi tutar ekseri.
Kulların cefâsından, olunca mutazarrır,
Hiç karşılık vermeyip, göstermeli hep sabır.
Sırf sabır kâfi değil, hattâ o insanlara,
Ayrıca gül demeti, sunmalıdır onlara."
Bu Allah adamı da, zengindi, malı çoktu,
Bu yüzden bâzıları, yapardı dedi-kodu.
Meselâ derlerdi ki; "Bu nasıl evliyâdır?
Hepimizden daha çok, malı ve mülkü vardır."
O, bunları duyunca, buyurdu: "Ey insanlar,
Hak teâlâ dünyâyı, sevmiyor zerre kadar.
Dünyânın tamâmının, olmayınca kıymeti,
Olur mu bir kısmının, hiç bir ehemmiyeti?
Evet, o dünyâlıktan, çok var ise de bizde,
Lâkin muhabbetleri, hiç yoktur kalbimizde."
HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN
Behlül Dânâ şehirde, dolaşıp ara sıra,
Nasîhat ediyordu, bir kısım insanlara.
Ve eğer görür ise, bâzı yanlış işleri,
Derhal îkâz ederdi, gidip o kişileri.
Bu durumdan rahatsız olan bâzı kişi de,
Şikâyet eylediler, onu Hârûn Reşîd'e.
Dediler ki: "Behlül'e, söyleyin de ey sultan,
Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman.
Bizim günahımızla, ne derdi var ki onun,
Hem kendi bacağından, asılmaz mı her koyun?"
Çağırdı Hârûn Reşîd, Behlül'ü sarayına,
Halkın şikâyetini, söyledi aynen ona.
O, terk etti sarayı, hiç bir cevap vermeden,
Ve bir kaç koyun alıp, onları kesti hemen.
Her sokağın başına, o kesik koyunları,
Kendi bacaklarından, asıverdi onları.
İnsanlar bunu görüp, dediler: "Ne olacak,
Delinin yapacağı, nihâyet budur ancak."
Lâkin günler geçtikçe, o etler kokuyordu,
Bundan bütün mahalle, rahatsız oluyordu.
Artık durulmaz oldu, bu kokudan nihâyet,
Halk gidip halîfeye, eylediler şikâyet.
Dediler: "Ey halîfe, Behlül'e söyleyiniz,
Astığı koyunlardan, bîzar olduk hepimiz."
Hârûn Reşîd, Behlül'ü çağırıp sordu hemen,
O ise şöyle dedi, halîfeye cevâben:
"Kendi bacaklarından, astım ben her koyunu,
Ne için şikâyete, geldiler size bunu?
Demek ki bu şekilde, asılsa da her koyun,
Kokunca, her insana, zararı varmış onun.
Anlatmak istedim ki, onlara ben bu halle,
"Bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."
HEPSİ PİŞMÂN OLDULAR
İsmi Bekâ bin Batû, Irak'ta yetişmiştir,
Bin yüz elli sekizde, orada vefât etmiştir.
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri,
Bu zâtı çok sever ve medhederdi ekseri.
Bir gün de buyurdu ki: "Mânevî yükseklikler,
Her velîye ölçülü, olmuştur hep müyesser.
Bekâ bin Batû ise, bunlardan müstesnâdır,
Onun nîmetlerine, yoktur ölçü ve sınır."
Bu zât bir gün sâhile, inmiş dinleniyordu,
O sırada uzaktan, bir gemi geçiyordu,
Bâzısı içki içip ve nâralar atarak,
Rahatsız ederlerdi, herkesi böyle nâ-hak.
Bekâ bin Batû ise, uzaktan firâsetle,
Buna vâkıf oldu ve kederlendi gâyetle.
Denizin kıyısından, seslendi ki: "Ey kaptan!
Sustur şu insanları, korkmaz mısın Allah'tan?"
Bekâ hazretlerinin, sesini cenâb-ı Hak,
İşittirdi kaptana, olsa da hayli uzak.
Lâkin o edepsizler, yine devâm edince;
Allah dostu bu velî, gadablandı bir nice.
Buyurdu ki: "Ey deniz, izni ile Allah'ın,
İçine al hepsini, şu âsi insanların."
Yükselmeye başladı, o an deniz suları,
Birden ölüm korkusu, sardı o insanları.
Dalgalardan o gemi, yüz tutunca batmaya,
Başladı o insanlar, feryâd-ü figanlara.
Lâkin hazret-i Bekâ, etti yine merhamet,
Onların bu hâline, acıdı yine gâyet.
Denizden yürüyerek, o geminin yanına,
Gidince, o insanlar, hayretle baktı ona.
Hatâlarını bilip, hepsi tövbe ettiler,
Bekâ hazretlerinden, çok özür dilediler.
O ise su üstünde, kılarak önce namaz,
Kurtulmaları için, eyledi duâ, niyâz.
Dedi: "Pişmân oldular, bu kullar yâ İlâhî,
Onları boğulmaktan, halâs eyle sen dahi."
Duâ bitmemişti ki, dalga durdu âniden,
Gemideki insanlar, kurtuldular ölümden.
Az önce içki içip, nâra atarken hepsi,
Oldular bu velînin, hâlis bir talebesi.
Bir gün nasîhat edip, buyurdu: "Ey insanlar!
Kalpten dünyâ sevgisi, ancak sohbetle çıkar,
Yâni kim bu sevgiyi, etmişse kalpten ihraç,
O zâtın sohbetidir, bu derde asıl ilâç.
Onların bir sohbeti, kalp derdine devâdır,
Onların sözlerinde, rabbânî tesir vardır.
O zâtlardan birine, rastlarsa biri eğer,
Kalbine girmek için, göstersin türlü hüner.
Çünkü o büyük zâtlar, dostudurlar Allah'ın,
Onlar sevilmedikçe, kurtuluş zordur yârın.
Kimin ki yeri vardır, o zâtların kalbinde,
Kurtulur Cehennem'den, âhiret âleminde."
Bu büyük evliyânın, hürmetine İlâhî,
Onların sevgisini, ihsân et bize dahi.
EVLİYÂYI ÇOK SEVİN
Tâbiîn-i kirâmdan olan bu mübârek zât,
Tesirli sözleriyle, ederdi çok nasîhat.
Haram ve şüpheliden, sakınırdı pek fazla,
Emr-i mâruf yapardı, insanlara ihlâsla.
Derdi ki: "Ey insanlar, yapsanız da çok günah,
Hemen tövbe edin ki, affeder çünkü Allah."
Hak teâlâ Kur'ân'da, buyurur ki "Ey insan,
Semâyı doldursa da, yaptığın günah isyân,
Tövbe edip, îmânla, gelirsen bana şâyet,
Yaparım ben de sana, yer dolusu mağfiret."
Yine buyuruyor ki Müzenî hazretleri:
"Sevmeye gayret edin, Hak dostu velîleri.
İyi amellerimin, arasında ben bu gün,
O zâtlara sevgimi, görüyorum en üstün."
Yine o buyurdu ki: "Mütevâzi olunuz,
Halk içinde daha çok kıymetli olursunuz."
Arafat'ta vakfeye, durmuştu bu zât yine,
Şöyle düşünüyordu o an kendi kendine;
"Şu hüccâcın içinde, olmasaydım eğer ben,
Hak teâlâ onları, bağışlardı tamâmen."
Buyurdu: "Bir kimseyi, görürseniz ki eğer,
İnsanların aybını, herkese verir haber.
Yâni gıybet ediyor, yapıyorsa nemmâmlık,
Cehennem ateşine, hazırlansın o artık."
Zamânın hükümdârı, çok severdi bu zâtı,
Bir gün teklif etti ki, ülkeye olsun kâdı.
Lâkin o, kâdılığı, kabûl eylemeyince,
Hükümdâr, "olsun" diye, ısrâr etti bir nice.
O zaman hükümdâra, arz etti ki o artık,
"Yemin ediyorum ki, ben yapamam kâdılık.
Bu sözüm doğru ise, durumu eyledim arz,
Yalansa, yalancıdan, zâten kâdı olamaz."
Buyurdu: "Ey insanlar, din, öğüt, nasîhattır,
Ve emri mâruf yapmak, çok kıymetli tâattır."
Bir Cumâ namazında, çok fazlaydı cemâat,
O dahî ediyordu, halka vâz-ü nasîhat.
Buyurdu: Şimdi bana, sorsalar ki: "Ey Bekir,
Şu insanlar içinde, iyileri kimlerdir?"
Derim: "Emri mâruf ve nehyi anil münkeri,
En iyi yapanlardır, en çok kıymetlileri."
Yâni İslâmiyeti, öğrenip kendi önce,
Başkalarına dahî, öğretendir güzelce.
Çünkü bütün yapılan, nâfile ibâdetler,
Bunların sevapları, toplansa hepsi eğer
Allah için gazânın, sevâbının yanında,
Bir damla gibi bile, değildir esâsında.
Yine Allah yolunda, gazâda çarpışmanın,
Allah için harb edip, hattâ şehîd olmanın,
Ecri de, emri mâruf, sevâbına nisbetle,
Bir deryânın yanında, değildir damla bile.
Bütün peygamberlerin, yaptığı tek iş vardı,
Dîni, İslâmiyeti, halka anlatırlardı.
Bu yolda eziyyetler, görselerdi de hattâ,
Yine gevşemezlerdi, onlar bu nasîhatta.
ÖLMEYİ İSTER MİSİN?
Tâbiîn-i kirâmdan, büyük bir evliyâdır,
Babası İbn-i Temim, Eshâb-ı kirâmdandır.
Çok namaz kılıyordu, her gecede bin rekat,
Yedi yüz otuz yedi, yılında etti vefât.
"Ölmeyi ister misin?", diye sordu birine,
Dedi: Hayır efendim, daldım günah kirine.
Biraz daha yaşayıp, fâideli ve iyi,
İş yapıp ondan sonra, istiyorum ölmeyi.
Buyurdu ki: "Evlâdım, ne gibi iyi amel,
Yapacaksan çabuk yap, âni gelir hep ecel.
Sen iyi iş yapmağa, ettinse de tam niyyet,
O kadar yaşamağa, elinde var mı senet?
Büyükler buyurur ki; "Her gece yattığında,
Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında.
Ve yine sabahleyin, uyandığında bil ki,
Ölüm tam karşındadır, ölürsün o gün belki."
BESMELE'YE HÜRMETİ
Bişr-i Hâfî adında, bir büyük velî vardı,
Gençlik senelerinde, günah işler yapardı.
Bir gün sarhoş bir halde, sallanarak giderken,
Yerde çamur içinde, bir kâğıt gördü birden.
Besmele-i şerîfe, olduğunu anladı,
Ve içi sızlayarak, eğilip onu aldı.
Öptü ve tâzim ile, giderdi çamurunu,
Güzel koku sürerek, yükseğe astı onu.
O gece rüyâ gördü, bir âlim, yattığında,
Ona şöyle denildi, Bişr-i Hâfî hakkında:
"Git, Bişr'e haber ver ki, dün yaptığı bir işten,
Dolayı memnun olup, râzı oldum Bişr'den.
İsmimi yerden alıp, nasıl temizlediyse,
Onu, günah işlerden, temizlerim ben ise.
Nasıl benim ismimi, büyük tuttuysa o kul,
Ben dahî o kulumu, tutarım öyle makbul."
Uyandı sabahleyin, rüyâ gören o âlim,
Merak edip dedi ki; "Bu kişi acabâ kim?"
Hemen çıkıp aradı, onu o mahallede,
Nihâyet buldu onu, köhne bir meyhânede.
Çağırttırıp dedi ki; "Sana bir haberim var."
Bişr dedi ki: "Acabâ, bana kim haber yollar?"
"Allahü teâlâdan, haberim var" deyince,
Ağlamaya başladı, o bunu öğrenince.
Dedi ki: "Yoksa bana, kızıyor mu Rabbimiz?
Bana güceniyor mu, ne olur, söyleyiniz?"
O âlimin gördüğü, rüyâyı dinleyince,
Dönüp ahbaplarına, vedâ etti hemence,
Dedi: "Ey arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık,
Beni bu meyhânede, göremezsiniz artık."
O âlimin yanında, "tövbe etti" böylece,
Büyük bir velî olup, edindi çok derece.
O buyurur: Bağdat'ta, gördüm ben birisini,
Askerler kırbaç ile, döverdi kendisini.
Dikkat ettim, bin kırbaç, vurdular kendisine,
Ve lâkin o sesini, çıkarmadı hiç yine.
Baktım o zavallıyı, o kadar çok dövdüler,
Sonra onu bağlayıp, hapise götürdüler.
Bu hâli merak edip, gittim onun yanına,
Niçin dövdüklerini, gizlice sordum ona.
Dedi ki: "Ben bir kıza, âşık oldum iyice,
Onu sevdiğim için, dayak yedim bir nice."
Dedim ki: "Bu kadar çok, dövdü de onlar seni,
Ne için bir kerrecik, çıkarmadın sesini?"
Dedi ki: "Oan bana, bakıyordu sevdiğim,
O bakarken, sesimi, çıkarabilir miydim?"
Dedim ki: "Hak teâlâ seni hep görmektedir,
Hattâ senin kalbinden, geçeni bilmektedir.
Rabbinin seni her an, gördüğünü bilseydin,
Acep nice olurdu o zaman hâlin senin?"
O bunu öğrenince, sararıp yere düştü,
Baktım Hak teâlânın, korkusundan ölmüştü.
Evliyânın sözünde, rabbânî tesir vardır,
Onlara kavuşanlar, tâlihli insanlardır.
İLMİ ZELÎL EDEMEM
İmâm-ı Buhârî'nin ilminin üstünlüğü,
Yayılınca her yere, dîninin bütünlüğü,
İnsanlar hayran kalıp, koştular kendisine,
Ve binlerce talebe, üşüştüler dersine.
Lâkin kıskandı onu, bâzıları mâlesef,
O dahî çok üzülüp, onlara etti esef.
Göç etti Nişâbûr'dan, Buhârâ'ya nihâyet,
İnsanlar akın akın, ettiler hep ziyâret.
O yere teşrîfleri, erişince vâliye,
Bir haberci gönderdi: "Yanıma gelsin!" diye.
O kimse de gelerek, dedi ki: "Efendimiz!
Sizi, huzûrlarına, çağırıyor vâlimiz.
İlmi, bizzat dinlemek, istiyor ağzınızdan,
Ayrıca bir isteği, olacak zâtınızdan,
İlim öğretmek için, kendi çocuklarına,
Bekliyor vâli şimdi, sizi huzûrlarına."
Bu teklif karşısında, düşündü, durdu biraz,
Buyurdu: "Benim ona, gitmem hiç uygun olmaz.
Ben onun ayağına, gidersem bu iş için,
İlmi zelil ederim, doğrusu budur işin.
Zîrâ ilim, herşeyden, şereflidir azîzdir,
Bu ise ilim için, hakâret-i bârizdir.
Kim ilme tâlip ise, gelir ilmin yanına,
Ve lâkin âlim gitmez, kimsenin ayağına.
O dahî istiyorsa, bir husûsu öğrenmek,
Buraya gelmelidir, ilme çok tâzîm gerek.
Çocuklarına dahî, ders veririm ben ama,
Onlar da zahmet edip, gelmeliler yanıma.
Zîrâ tahsis edersem, vakti o bebelere,
Haksızlık olmuş olur, sâir talebelere.
Herkes gibi onlar da, gelirse bize şâyet,
Edinirler onlar da, çok ilim ve mârifet."
Lâkin anlıyamadı, vâli bu hakîkati,
Bir haber gönderdi ki: "Terk etsin memleketi!"
Hazret-i İmâm ise, çok üzüldü bu hâle,
Çıktı, lâkin Allah'a, etti onu havâle.
Bir ay geçmemişti ki, bu işin üzerinden,
Yolsuzluk sebebiyle, alındı görevinden.
Bir merkebin üstüne, bindirildi o vâli,
Ve gelip tükürdüler, ona cümle ahâli.
Çoluk, çocuk toplanıp, ettiler çok hakâret,
Ve onun bu hâlinden, insanlar aldı ibret.
Hazret-i İmâm ise, giderken Semerkand'a,
Dedi-kodu işitti, yine kendi hakkında.
İnsanların hâlinden, bir hayli üzülerek,
Daraldı temiz rûhu ve canı sıkıldı pek.
Bir gece teheccüdde, yalvardı Allah'ına:
"Yâ Rabbî, al rûhumu, dar geldi dünyâ bana"
Hastalandı âniden, bir bayram arefesi,
Vefât etti nihâyet, o bayramın gecesi.
Kabrinden bir hoş koku, yayılırdı her gece,
Hem de hiç azalmayıp, devâm etti günlerce.
Sonra gökten kabrine, indi bir nûr şûlesi,
Bir hayret kaplamıştı, bunu gören herkesi.
HASTALIK NÎMETTİR
Abdullah-ı Dehlevî, şânı büyük bir velî,
Meşhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.
Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,
"Oğlumuz çoktan beri, kayıptır" dedi ona.
Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,
Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."
Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,
Buyurdu ki: "Oğlunuz, evindedir şu saat."
O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,
Şimdi evden ayrılıp, huzûrunuza geldim."
O yine buyurdu ki: "Evine dön ki şu an,
Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."
"Peki efendim" deyip, evine gittiğinde,
Gördü ki oturuyor, oğlu gelmiş evinde.
Yine bir gün birisi, ölüm yatağındaki,
Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.
Dedi ki:"Ey efendim, çok ağırdır hastamız,
Belki bir şifâ bulur, duâ buyurursanız."
Şöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,
Kavuştu sıhhatine, o kimse hemencecik.
Böyle, binlerce kişi, duâ alıp o zâttan,
Şifâya kavuşurdu, her türlü mazarrattan.
Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardı,
Hattâ namazlarını, hep özürlü kılardı.
Sevdiklerinden biri, buna olup muttali
Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.
"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eğer,
Kapınıza gelerek, sizden duâ isterler.
Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,
Her biri, duânızla, kavuşuyor şifâya.
Hâlbuki sizin dahi, vardır hastalığınız,
Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatınız.
Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?
Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."
Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,
Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.
Biz ise Rabbimizin, verdiği bu dertlerden,
O gönderdiği için, râzıyız herbirinden.
Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,
Sevdiği kullarına, gönderir Hak teâlâ."
Kıtlık vâki olmuştu, bir zaman da Delhi'de,
Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevî de.
Mescidin avlusuna, çıktı bir gün nihâyet,
Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.
Dedi ki: "Yâ İlâhî, yağmur yağana kadar,
Buradan gitmemeğe, bu kulun verdi karar."
O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,
Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.
Çok nazlı kullarıdır, Allah'ın çünkü onlar,
Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.
Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,
Onların kalplerinden, herkese vâsıl olur.
Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,
Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.
SON NEFES BELLİ OLMAZ
Abdullah bin Menâzil, ulemâdan, büyük zat,
Nişâbur'da yetişip, orada etti vefât
O, bir gün vâz ederken, buyurdu ki: (Ey insan!
Hazırlan son nefese, deme daha var zaman.
O "son nefes" dediğin, gelir bu gün, ya yârın,
Şimdi ne hazırlarsan, işte o, senin kârın.
Her nefesi alırken, âgâh ol, etme gaflet,
Her birinin, son nefes olduğunu kabûl et.
Her namazı kılarken, de ki: "Hiç belli olmaz,
Bu, benim kılacağım, belki de en son namaz."
Her yemek yediğinde, de ki: "Bu, son yemeğim,
Öbür öğüne kadar, belki gelir ecelim."
Her gece abdest alıp, girerken yatağına,
De ki: "Belki ölürüm ve çıkamam yarına.")
Nasîhat istemişti, kendisinden bir mü'min.
Buyurdu: (Öfkelenme, dünyalık bir şey için.
İnsan öfkelenince, örtülür aklı o an,
Şeytan onun boynuna "bir yular" takar heman.
O, kendi aklı ile, edemez hiç hareket,
Zîrâ onun aklını, örtmüştür öfke, hiddet.
"Şeytanın oyuncağı", olur artık o kişi,
Onun emrine göre, yapar o, her bir işi.
Peygamber efendimiz, buyurdu ki bu bâbda:
"Hemence oturunuz, kızdıysanız ayakta.
Eğer oturmakla da, sâkin olmaz iseniz,
Bir mikdar yatınız ki, zâil olsun öfkeniz.")
KEŞKE YARDIM ETSEYDİM!
Abdullah-ı Mürteiş, evliyâ-yı kirâmdan
Şiddetle kaçınırdı, şüpheli ve haramdan.
Dünyâya zerre kadar, vermez idi bir değer,
Methetti kendisini, evliyâ ve âlimler.
Hânesinin önünde, otururken bir zaman,
Genç bir kişi gelerek, para istedi ondan.
Vardı gencin üstünde, hem de "yeni bir abâ"
Düşündü: "Bu ne için, dileniyor acaba?
Yaşı genç, sakat değil, hem yeni elbisesi,
Yakışır mı bu gence, el açıp dilenmesi?"
Bunları düşünerek, vermedi cevap bile,
Genç ayrıldı ondan, "kırılmış bir kalp" ile.
Eli boş, boynu bükük, gidince öyle mahzun,
Bu sefer pişman oldu, düşündü uzun uzun.
Para vermediğine, çok üzülüp içinden,
Göremedi bir daha, koştuysa da peşinden
Dedi ki: "Ne olaydı, kırmasaydım hiç onu,
Nereden biliyordum nâ ehil olduğunu,
Rabbimiz bakıyor mu, hiç benim günâhıma?
Devamlı gönderiyor, rızkımı her gün ama.
Belki o, Rabbimizin, çok sevdiği kuluydu,
Heyhât! Bana yakışan, muâmele bu muydu?"
Yaptığı o hatânın, kalarak tesirinde,
Yatıp, bir rüyâ gördü, o günün gecesinde.
Şöyle ki otururdu, Allah arslanı Ali
Dikkat etti, vardı hem, yanında o genç dahi.
Hazret-i Ali ona, buyurdu ki hemence:
"Ne için bir tasadduk, eylemedin bu gence?
Hâlbuki bir kimsenin, varken malı, parası,
Tasadduk eylemezse, sevmez onu Mevlâsı.
Uyanınca kapladı, kendisini bir keder,
Dağıttı nesi varsa, kalmadı maldan eser.
Hiç unutamıyordu, buna rağmen o ânı
"Ben niçin boş çevirdim, o fakir müslümanı?"
Ve hemen çıktı yola, Bağdat medresesine,
İlim tahsil eyledi, orada on beş sene.
Babası zengin olup, çoktu malı, parası,
Vefât edip tamâmen, ona kaldı mîrâsı.
Onu da fakirlere, dağıtarak bittamam,
Başladığı tahsîle, gece-gün etti devâm.
Ebû Hafs-ı Haddâd'dan, alıp tasavvuf dersi,
Vilâyet makâmında, yükseldi derecesi.
Buyurdu ki:"Allah'ı, hakkıyla sevmek için,
O'nun düşmanlarını, sevmesin kalbin, için.
Ne ki uzaklaştırır, seni Hak teâlâdan,
Yaklaşma yanlarına, uzak dur hep onlardan.
Eğer ki meyl ederse, kalbin "Hak"tan gayriye,
O kalp hasta demektir, bak hemen tedâvîye.
Dünyalık kimselerle, kurma hiç münâsebet,
"Allah adamları"yla, bulunmağa gayret et.
Onların her bakışı, "devâ"dır kalp derdine,
Şakî olmaz gidenler, onların sohbetine.
DAĞLARIN TESBİHİ
Abdurrahmân Tafsuncî, evliyâdan, büyük zât,
Hazret-i Abdülkâdir Geylânî ders verdi ona bizzat.
Bir gün o havâlîde, bir sahrâya gitmişti,
Allahü teâlâyı, şöyle tesbîh etmişti:
"Ey vahşîlerin bile, tesbih ettiği Rabbim,
Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim."
O anda, her taraftan, cümle vahşî hayvanlar,
Grup grup gelerek, yanında toplandılar.
Arslan ile ceylânlar, geliyordu, yan yana
Hiç zarar vermiyordu, bir arslan, bir ceylâna,
Hepsi kendi diliyle, Hakk'ı zikrediyordu,
Öyle ki, âvâzları, göğe yükseliyordu.
Daha sonra dedi ki: "Yâ İlâhî, yâ Rabbî,
Seni, bütün kuşların, tesbîh ettiği gibi,
Ben dahi tesbîh eder ve seni zikrederim,
Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim."
Ve mübârek başını, kaldırınca yukarı,
Gördü kendine doğru, akın eden kuşları.
O civarda ne kadar kuş cinsi varsa eğer,
Gelip, başı üstünde, toplandı birer birer.
Hem de kısa zamanda, öyle çok toplandı ki,
Gökyüzünü tamâmen, örttüler bulut gibi.
Allah Alah dediler, hepsi kendi diliyle,
Öyle ki, o gün yer gök, inledi kuş sesiyle.
Sonra dedi:"Yâ Rabbî, rüzgârların tesbîhi,
Nasılsa, onlar gibi, zikrederim ben dahi."
O anda, dört bir yandan, serin, latîf rüzgârlar,
Tatlı nağmeler ile, esmeğe başladılar.
Önceden o beldede, rastlanmazken rüzgâra,
O gün esti ve sonra, esmez oldu bir daha
Sonra dedi:"Yâ Rabbî, şu dağlar, şu tepeler,
Muhakkak ki onlar da, seni tesbîh ederler,
Nasıl zikrede ise, onlar senin ismini,
Öyle tesbîh ederim, ben dahi şimdi seni."
O böyle söyleyince, etrafta olan dağlar,
Sallanıp, yüksek sesle, tesbîhe başladılar.
Bu zâtın hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,
Onun sevgisi ile, tenvîr et kalbimizi.
ÇOK MÜTEVÂZİ İDİ
Evliyânın büyüğü, "Abdülazîz Dîrînî",
Yayıp kuvvetlendirdi, Allah'ın dînini.
Bin iki yüz on altı, yılında doğan bu zât
Yetmiş dokuz yaşında, Mısır'da etti vefât.
Güler yüz, tatlı dille, mümtaz idi bilhassa,
Hiç kimsenin kalbini, incitmezdi o aslâ.
O, hâlini herkese, etmezdi fazla izhâr,
Bir gün onu dışarda, gördü bâzı insanlar.
Gayr-i müslim bir kimse, zannedip kendisini,
İstediler onun da îmâna gelmesini.
Dediler ki: "Ey kişi, kelime-i şehâdet,
Söyle ki, senin olsun, ebedî bir saâdet."
O dahi "Peki" deyip, şehâdet söyleyince,
Büründü oradakiler, bir sürûr ve sevince.
"Müslüman yaptık." diye gayr-i müslim birini,
Kâdıya götürdüler, bu İslâm âlimini.
Dediler: "Şehâdeti, oku ki burada da,
Müslüman olduğunu, öğrensin bu kâdı da."
Kâdı ise bu zâtı, tanırdı gâyet iyi,
Ayakta karşıladı, gelince bu velîyi.
Büyük hürmet gösterip, dedi: "Safâ geldiniz,
Hemen îfâ edelim, var ise bir emriniz."
Sonra o insanları, sorup bu evliyâya,
Dedi ki: "Bu insanlar, niçin geldi buraya?"
Buyurdu: "Bilmiyorum, bunlar beni görünce,
Kelime-i şehâdet, okuttular ilk önce.
Sonra da beni alıp, buraya getirdiler,
Bilmem ki onlar beni, acep ne zannettiler?"
Onlar da hakîkati, anlayınca nihâyet,
Onun tevâzusuna, eylediler çok hayret.
Bu velînin sevdiği, bir kimse vardı yine,
Sık sık onu görmeye, gidiyordu evine.
O dahi yedirmeden, göndermezdi onu hiç,
Bir gün de gittiğinde, ikrâm etti bir piliç.
Abdülazîz Dîrînî, onun bu ikrâmına,
Gâyetle memnûn olup, çok duâ etti ona.
Bir daha geldiğinde, ona bu zât-ı kirâm,
O yine, piliç kesip, eyledi ona ikrâm.
Ve lâkin zevcesinin, burkuldu biraz içi,
Ona fazla bulmuştu, kesilen o pilici.
Onun büyüklüğünü, iyi bilmediğinden,
O gün ister istemez, öyle geçti kalbinden.
Dedi ki: "Bu nasıl iş, anlamadım bunu hiç,
O kim ki, her gelişte, kesiyor ona piliç.
Hâlbuki bana kalsa, kâfi gelir bir çorba,
Niçin ona çok rağbet, gösteriyor acaba?"
Ve lâkin o esnâda, Abdülazîz Dîrînî,
Bildi onun kalbinden, böyle geçirdiğini.
O pilici yemeyip, duâ etti kalbinden,
O an piliç canlanıp, odadan çıktı hemen.
Buyurdu ki: "Hanımın, dert etmesin bunu hiç,
Bize çorba kâfidir, onun olsun bu piliç.
Hanım dahi görünce, pilicin geldiğini,
Anladı o velînin, büyük kerâmetini.
Öyle düşündüğüne, pişman oldu pek fazla,
Bu Allah adamına, tâbi oldu ihlâsla.
Anladı ki Allah'ın, dostudur bu velîler,
Kalpten geçenleri de, gâyet iyi bilirler.
ÖNCE SEVMEZDİ AMA
Körükçüzâde diye, vardı ki âlim bir zât,
Bu velîye soğukluk, duyuyordu o bizzât.
Her gün Süleymâniye, câmiinde ders ve vâz,
Edip, İslâmiyeti, ediyordu halka arz.
Lâkin onun hakkında, hakîkate mugâyir,
Kelâmlar ediyordu, kötülüğüne dâir.
Abdülehad Nûri'nin, talebeleri ise,
Bunları işiterek, düşerlerdi yeise.
Onun bu sözlerinden, rahatsız olup gâyet,
Onu, hocalarına, eylediler şikâyet.
Dediler ki: "Efendim, yaptığı doğru mudur?
Biz onun sözlerinden, oluyoruz bî-huzur."
Buyurdu: "Evlâtlarım, sabrediniz az daha,
Onun bu düşmanlığı, dönüşecek dostluğa.
O dahi aranıza, girecek bu gün yarın,
Gelip hizmet edecek, bir dergâhta bi hakkın."
Fazla zaman geçmemiş, idi ki bu velî zât,
Dergâhta talebeye, ediyorken nasihât,
Buyurdu: "Biraz sonra Körükçüzâde Hoca,
Bu dergâhtan içeri, girecektir doğruca."
İnanamıyorlardı, talebeler buna hiç,
Herbirinin kalbini, sardı büyük bir sevinç.
Onun dediği gibi, hakîkaten az sonra,
Körükçüzâde Hoca, gelip girdi huzura.
Bu büyük evliyânın, eline sarılarak,
Hürmet ile öptü ve, ağladı hıçkırarak.
Ona buyurdular ki: "Mâlumudur rüyânız,
Şimdi lütfen söyleyin, ne ise murâdınız."
Körükçüzâde ise, arz etti ki ona ilk;
"Efendim, kırk senedir, yaparım müderrislik.
Bunca yıl câmilerde, ederek her gün vâz,
Resûlün sünnetini, hep eyledim halka arz.
Lâkin Resûlullahın, mübârek nûr cemâli,
Görünmedi rüyâda, dert ettim bu hâli.
Her gün onun dînine, hizmet eyledim de hep,
Ne için bu şereften, mahrum oldum ben acep?
Ben bunu düşünerek, yattığımda dün gece,
Gâyet rûhâniyyetli, rüyâ gördüm şöylece:
Bana nida etti ki, rüyâda bir münâdi;
"Kalk da Abdülehad'ın, dergâhına git haydi."
Bu derdimin ilâcı, sizde imiş efendim,
Bir himmet eyleyin de, hallolsun işbu derdim."
Abdülehad Efendi, eğilip biraz ona,
Bir şeyler fısıldadı, gizlice kulağına.
Körükçüzâde buna, sevinmişti be gâyet,
Gitti ve ertesi gün, yeniden etti avdet.
Dedi ki: "Ey efendim, sevinçliyim bir nice.
Zîrâ bu devlet ile, şereflendim bu gece.
Kırk yıldır bu şerefe, ermemişken mâlesef,
Sizin himmetinizle, bu gün oldum müşerref."
Soğukluğun yerine, sevgi doldu o kalbe,
Hattâ o günden sonra, oldu ona talebe.
Rehber, talebesini, önce eder ehl-i hâl,
Sonra Resûlullahın, bezmine eder ithal.
KIRK YIL HİZMET ETTİ
Hâlid-i Bağdâdî'nin, şânını o zamanlar,
Duymuştu dünyâdaki, bilcümle müslümanlar.
Yayılınca şöhreti, her yerine dünyânın,
Bağdad'a geliyordu, insanlar akın akın.
Hem İstanbul'dan dahi, birçok âşık olanlar,
Ona kavuşmak için, Bağdad'a yollandılar.
Bu gelen insanların, şu idi tek gâyesi:
"Hâlid-i Bağdâdî'nin, olmaktı talebesi."
Zîrâ Resûlullah'tan, fışkıran bütün "nûrlar",
Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.
İstanbul'dan Bağdad'a, taşınan insanlara,
Baktığında, Mevlânâ, kıyamadı onlara.
Emir verip hemence, Abdülfettâh Akrî'ye,
Gönderdi İstanbul'a, "feyzini saçsın" diye.
Abdülfettâh Efendi, İstanbul'a gelince,
Nuh kuyusu denilen, yere geldi hemence.
Bu mübârek velî zât, buraya vardığında,
Cümle Hak âşıkları, buldu onu ânında.
Etraftan akın akın, geliyordu insanlar,
Zîrâ ondan akardı, ilâhî feyiz, nûrlar.
Devlet ricâlinden de, vezir, paşa, kumandan,
Gelirdi akın akın, bu dergâha o zaman.
On binlerce müslüman, gelerek bu dergâha,
Bağlardı kalplerini, hepsi Resûlullah'a.
Abdülfettâh Efendi, kırk yıldan daha fazla,
Bu dergâhta böylece, hizmet etti ihlâsla.
Mevlânâ Hâlid ise, o gelince Bağdad'dan,
Otuz dokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyâdan.
Onun ayrılığına, hiç dayanamıyordu,
Hocasına kavuşmak, aşkıyla yanıyordu.
Bin sekiz yüz altmış dört, yılı Muharreminde,
Cümle talebesiyle, helâlleşti evinde.
Ayın on dokuzunda, hem de bir Cumâ günü,
Kur'ân'ı dinler iken, teslim etti rûhunu.
Âlim ve evliyâlar, sözbirliği hâlinde,
Şunu bildirdiler ki: "İstanbul dahilinde,
Binlerce evliyâdan, eshâbın hâricinde,
Üçü, en büyüğüdür, bu velîler içinde.
Bu üçünden biri de, Abdülfettâh Akrî'dir,
Kabri, âşıklarının, istifâde yeridir.
İkisi de şunlardır, bu üç büyük velînin,
Murâd-ı Münzâvî'yle, Tokâdî Mehmed Emîn.
Yâ Rabbî, bu üç büyük, velînin hürmetine,
Şifâ ver hasta olan, Muhammed ümmetine.
AMELİYAT OLMADI AMA...
Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,
O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:
Bir gün râhatsızlandım ve gittim hastâneye,
Apandisit teşhîsi, kondu muâyenede.
Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyât,
Bir başka hastâneye, sevkettiler o sâat.
Çıkıp, o hastâneye, gitmeden daha önce,
Efendi'ye uğrayıp, haber verdim hemence.
Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,
Bana; "Sen hasta mısın?" diyerek etti suâl.
"Evet." deyip gösterdim, o ağrının yerini,
Tam onun üzerine, dokundurdu elini.
"Burası mı?" diyerek, o yeri ovdu biraz,
Onun bereketiyle, gitti benden o maraz.
O, mübârek elini, dokununca o yere,
Apandisit ağrısı, kayboldu birden bire.
Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,
Apandisit ağrısı, görmedim bir daha ben.
BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN
Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,
Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:
"Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,
İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"
Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,
Başladı Abdülkâdir Geylânî'yi övmeye.
Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,
Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.
Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,
Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.
Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,
Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.
Ve kıyâmete kadar, her Velî'ye feyiz, nûr,
Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.
Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,
Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.
Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,
Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman."
Böylece bu Velî'den, bahsedip uzun uzun,
Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.
Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,
İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım ama ben."
MÜMİNİN FİRÂSETİ
Abdülhâlık Goncdüvânî, namazları ekserî,
Kâbede edâ edip, dönerdi tekrar geri.
Bir aşûre gününde, hazret-i Abdülhâlık,
O gün talebesiyle, sohbette, bir aralık,
Müslüman kıyâfetli, bir genç girdi içeri,
Talebe arasında, oturdu diz üzeri.
O hazret, bir taraftan, hem sohbet ediyordu,
Yine bir taraftan da o genci süzüyordu.
Sohbeti dikkatlice, dinleyen o genç adam,
Dedi ki: "Ey efendim, Resûl aleyhisselâm,
"Müminin firâsetinden, sakının ey insanlar,
Çünkü onlar, Allah'ın nûru ile bakarlar."
Diye buyurmuşlardır, sahâbeye bir kere,
Bu hadîsin sırrını, anlatınız bizlere."
Buyurdu: "Sırrı şu ki, belindeki zünnârı,
Çıkar at, müslüman ol, kandırma insanları!"
Genç îtirâz etti ve dedi ki: "Yok zünnârım,
Ve onu kuşanmaktan, Allah'ımdan korkarım."
Buyurdu: "Öyle ise, çıkar da kaftanını,
Öğrenelim içinde, zünnar olmadığını."
Çıkardı kaftanını o genç, istemeyerek,
Belindeki zünnârı, çıkınca, üzüldü pek.
Bu durum karşısında, utandı, mahcup oldu,
O an İslâma karşı, kalbine sevgi doldu.
Anladı, müminlerin, firâseti nasılmış,
Ve Allah'ın nûruyla, mümin nasıl bakarmış.
Kalbinde ona karşı, hâsıl oldu muhabbet,
Getirip bin şevk ile, kelime-i şehâdet.
Müslüman olmak ile, şereflendi o anda,
Sâdık bir talebesi, oldu hem de sonunda.
Hazret-i Abdülhâlık, buyurdu sonra hemen:
"Bu genç, maddî zünnârı, kesip attı belinden,
Biz dahi şu mânevî, zünnârı atalım,
Bunlar, gurûr, kibirdir, bunlardan kurtulalım."
Talebeler topluca, o gün tövbe ettiler,
Ağlayıp gözlerinden, sel gibi yaş döktüler.
HIRSIZIN HİDÂYETİ
Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaşı bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye, gitmiş idi gündüzün.
Öküzün kuyruğundan, tutunmuş gider iken,
Hayvan dile gelerek, konuştu ona birden.
Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için, yaratmadı Rabbimiz."
Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciğim,
Bana izin verirsen, Bağdat'a gideceğim.
İlim tahsîl etmektir, gitmekte asıl gâyem,
Ayrıca evliyâyı, ziyâret ederim hem."
Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdım,
İlim öğrenmen idi, benim dahi murâdım."
Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,
Dedi ki: "Doğruluktan, ayırma lisânını.
Git, yolun açık olsun, emânet ol Allah'a,
Belki de görüşmemiz, nasîb olmaz bir daha."
Abdülkâdir böylece, annesinden ayrılıp,
Bağdat'a yola çıktı, bir kervana katılıp.
Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan'ı,
Âniden eşkıyâlar, bastılar bu kervanı.
Kervanda mal ve eşya, var ise her ne kadar,
Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.
Abdülkâdir'e dahi, sordu bir eşkıyâ;
"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eşyâ?"
Dedi: "Benim sâdece, kırk altınım var ki hem,
Onları koltuğumun, altına dikti annem."
İnanmadı eşkıyâ, onun bu sözlerine,
Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine
O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,
Yanında mal ve para, neyin var, söyle çabuk."
Ona dahi dedi ki: "Kırk altın var yanımda,
Onlar da dikilidir, koltuğumun altında."
İnanmadı ise de, o dahi buna yine,
Gidince haber verdi, bunu reislerine.
Reisleri çağırtıp, sordu ki o da tekrar:
"Ey çocuk doğru mudur, yanında altın mı var?"
Dedi: "Evet efendim, kırk altınım var ki hem.
Koltuğumun altına, dikmişti tek tek annem."
Söylediği o yeri, sökerek eşkıyâlar,
Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.
Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdım,
Ne için doğrusunu, söyledin anlamadım.
Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu,
Niçin sen bile bile, söyledin doğrusunu."
Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.
Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme,
Değer mi altın için, bu ahdimden dönmeme."
Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardı Allah'a.
Lâkin bunca senedir, yaparım eşkıyâlık,
Şu andan îtibâren, tövbe ettim ben artık."
Diğer eşkıyâlar da, bakarak bu reise,
Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."
Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eşkıyâ,
Aldıkları ne kadar, var ise, mal ve eşyâ,
Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,
O günden îtibâren, o işi terk ettiler.
SEN NASIL MÜSLÜMANSIN
Bir gence buyurdu ki: "Oğlum, senin maksadın,
Sâdece yemek içmek, olmasın aman sakın!
Buna düşkün olanın, kıymeti çünkü evlat,
Çıkardıkları ile ölçülür, aman dikkat!
Dünyâda bir günâhı, terk ederse bir insan,
Cennet'te onun aslı, edilir ona ihsân.
Oğlum, şöyle düşün ki, ölürsün bu gün artık,
Bu düşünce içinde, yap ölüme hazırlık.
Allah'ı sevdiğini, söylüyorsun ey insan,
Niçin bir musîbette, edersin peki isyân?
Sabredebiliyorsan, bir belâ geldiğinde,
Hakîkat payı olur, senin bu dediğinde.
Eğer isyân edersen, musîbet geldiği an,
O zaman bilmiş ol ki, yalandır o iddiân.
Bir gün Resûlullah'a, bir müslüman gelerek,
Dedi: "Yâ Resûlallah, seviyorum seni pek."
Resûl, ona cevâben, buyurdu ki: "Ey kimse,
Peki, fakirlik için, hazırlan öyle ise!"
Birisi de gelerek arz etti ki: "Efendim,
Allahü teâlâya, pekçoktur muhabbetim."
Resûlullah ona da, buyurdu ki: "Ey insan,
Öyleyse belâ ile, musîbete hazırlan!"
Gavs-ı a'zam, bir gün de, buyurdu ki: "Aman hâ,
Gafletle yaşayıp da, isyân etme Allah'a.
Zîrâ yeri gelince, "Müslümanım" diyorsun,
Ne garip iddiâ ki, dînini bilmiyorsun.
Hâlbuki sen dînini, bilmeyince mükemmel,
Hangi esâsa göre, yaparsın peki amel?
Yalnız dîni bilmek de, yetişmez yine sana,
Zîrâ amelsiz ilim, vebâldir bir insana.
"Lâ ilâhe illallah", söylemek kâfi değil.,
Bunun icâbını da, yapmalısın bil-fiil.
Öyleyse ilk evvelâ, güzel öğren dînini,
Sonra da buna göre, yap bütün amelini.
Sırf amel yapmakla da, bitmiyor yine işin,
Zîrâ yapmak gerekir, her işi Allah için.
Buna "İhlâs" denir ki, mühimdir bu da gâyet,
İhlâssız amellerin, faydası olmaz elbet.
Kalp gözlerin açılsın, istiyorsan sen eğer,
Bir mânevî tabip bul, ona teslim ol, yeter.
Başını, o tabibin, koyuver eşiğine,
Îtirâzda bulunma, onun hiç bir işine.
O Allah adamının, bir şefkatli nazarı,
Süpürür kalbindeki, bütün kir ve pasları.
Ve onun bir kelâmı, şifâdır kalp derdine,
O her ne emrederse, hemen getir yerine.
Kalp derdiyle ilgili, olan ihtiyâcını,
Ona arz et, o bilir, bu derdin ilâcını.
Her hangi musîbetle, karşılaşırsan şâyet,
Günâhını düşünüp, istiğfâra devâm et!
Hep günah işlemekle, gelir çünkü her belâ,
Ve aslâ bir kuluna, zulmetmez Hak teâlâ.
Ölüm ve âhireti, düşün ki ey evlâdım,
Ecelin yaklaşıyor, ardından adım adım.
Bu gaflet pamuğunu, çıkar at kulağından,
Zîrâ ölüm yakındır, sana belki yarından.
Henüz ecel gelmeden, kendine gel ki artık,
Zîrâ öldükten sonra fayda vermez pişmanlık."
HAKÎKÎ MÜMİN
Abdülvâhid bin Zeyd Tebe-i tâbiînden,
Basra denen beldede, yetişen âlimlerden.
Hazret-i Abdülvâhid bin Zeyd'in yanında,
"Mümin nasıl olmalı?", diye sorduklarında,
Buyurdu ki: "Allah'tan, korkup, benzi sararır,
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki, verecek hesâbını,
Titrer, hatırladıkça, Cehennem azâbını.
İşlemiş bulunduğu, günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer,
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu,
Bu, öyle kişidir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyyen."
Abdülvâhid bin Zeyd, çok mübârek zât idi,
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: "Hak teâlâya, günboyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, O'na tam şükreylemek."
Bir kimse, kendisinden, nasîhat isteyince,
Buyurdu ki: "Şükreyle, kuvvetin yettiğince,
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsâna,
Halbuki o, bir kuldur, zavallı ve âcizdir,
Her ihsânın sâhibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara, vermese güç ve kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye, ihsân edemez elbet."
HELÂL LOKMA YEMELİ
Abdülvehhâb Şa'rânî anlatır: "Bir yaz günü,
Ziyârete gitmiştim, bir İslâm büyüğünü.
Nil Nehri kıyısında, bulunan bir hânede,
Yaşayıp, kendisini, vermişti ibâdete.
Girince selâm verdim, o aldı selâmımı,
Sonra yüzüme bakıp, suâl etti adımı.
"Abdülvehhâb" deyince, dedi ki: "Senelerdir,
Seni görmek isterdim, geç otur, işte sedir."
Sonra tutup elimi, öyle sıktı ki benim,
Sanki bir mengeneye, sıkıştı o an elim.
Acısından az daha, bağıracak idim ki,
O sordu; "Nasıl buldun, elimin kuvvetini?"
Dedim ki: "Çok büyük bir, kuvvete sahipsiniz,
Halbuki bana göre, yaşlısınız hayli siz."
Dedi ki: "Bak evlâdım, elimdeki bu kuvvet,
Tâ gençliğimden beri, aynıdır îtimâd et.
Zîrâ hep helâl lokma, kazanıp onu yedim,
O helâl lokmalardan, hâsıl oldu kuvvetim.
Yüz kırk üç yaşındayım, hem dahi şu anda ben,
Hiçbir gün ayrılmadım, helâl lokma yemekten.
Lâkin bu gün mâlesef, kötü olmuş insanlar,
Helâl haram demeden, yiyorlar ne bulsalar.
İnsanlar arasından, kalkmış sevgi muhabbet,
Çirkin olan haramlar, olmuş moda ve âdet.
Belâlar karşısında, yok tevekkül ve sabır,
Dîne karşı insanlar, olmuşlar kör ve sağır.
Allah'ın takdirine, yok tevekkül ve rızâ,
Dünyâlık sebeplerle, ederler kavga ve nizâ.
Ey oğlum, kötülerin, hâli böyle velhâsıl,
Şimdi iyi insanı, anlatayım ben asıl.
O, okuyup öğrenir, önce ilmihâlini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar,
O çıkmaz hâtırından, tâ ölünceye kadar.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur,
Hattâ onu unutup, hiç hatırlamaz olur.
Gece gün kendisini, hep çeker ki hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, söküp atar içinden,
Kurtulmaya çalışır, Cehennem ateşinden.
Gönlünden tam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Ufak bir günah için, hayâ eder Allah'tan.
Kötü bilmez kimseyi, aslâ yapmaz sû-i zan,
Bunun çirkinliğini, bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nâfile ibâdet,
Yaparak, ömür boyu, eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı, o sevapları yine,
Meselâ terâzinin, koysalar bir gözüne,
Öbürüne de bir tek, sû-i zan seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir, bu günahın kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebâli çok büyüktür,
Âhirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.
SÛİ ZAN HARAMDIR
Bin yetmiş dört yılında, Musul'da doğan bu zât,
Seksen altı yaşında, bu yerde etti vefât.
Osman ibni Affân'ın, sülâlesinden gelir,
Kerâmetler sâhibi, hâl ehli bir velîdir.
Aslâ dokunmazlardı, ona vahşî hayvanlar,
Duâsıyla sükûnet, buluyordu dalgalar.
Bir gün talebesine, buyurdu ki: "Evladım,
Bir isteğin var ise, edeyim sana yardım."
Dedi: "Ezberlemeyi, istiyorum Kur'ânı,
Lâkin zayıf hâfızam, var mı bunun imkânı?"
"Bu iş kolay." buyurup, mübârek bir eliyle,
Göğsünün üzerini, mesh etti tamâmiyle.
Açıldı hâfızası, talebenin tam o an,
Baktı ki ezberine, girmiş hem bütün Kur'ân.
Bir gün de buyurdu ki: "Filânca adaya git,
Oraya vardığında, göreceksin bir mescit.
İçerdeki kimseye, benden selâm söyle ve,
De ki, işine baksın, karışmasın kimseye."
"Peki." dedi ise de, o büyük evliyâya,
Lâkin nasıl gidilir, bilmezdi bu adaya.
Böyle düşündüğünü, anlayıp o bu sefer,
Buyurdu ki: "Gözünü, az kapatıp açıver."
Kapatıp açtığında, hizmetçi gözlerini,
Bir anda o adada, buluverdi kendini.
O mescidi bularak, içeri girdiğinde,
Gördü o ihtiyârı, hemen duvar dibinde.
Selâm verip dedi ki: "Musul'dan geliyorum,
Adiyy bin Müsâfir'den, selâm getiriyorum.
Buyurdu ki, o baksın, kendi vazîfesine,
Ve aslâ karışmasın, başkasının işine."
O bunları duyunca, başladı ağlamağa,
Dedi: "Düşündüğümden, tövbe ettim Allah'a.
Şimdi bir müslümana, sû'i zan ediyordum,
O kişi, niçin böyle, yapıyor ki, diyordum.
Henüz gelmiş idi ki, bu düşünce, yâdıma,
O anda seni gördüm, yetiştin imdâdıma."
Talebe, o Velî'nin, tebliğ edip sözünü,
Sonra hiç beklemeyip, yumdu iki gözünü.
Açtığında gördü ki, bu defâ Musul'dadır,
Adiyy bin Müsâfir'in, nûrlu huzûrundadır.
MÜMİN NASIL OLUR?
Evliyâ-yı kirâmın, meşhur olanlarından,
Şu güzel sözleriyle, vâz ederdi her zaman:
Mümin önce okuyup, tam öğrenir dînini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Günah işlerse eğer, üzülür, kalbi yanar,
Çıkarmaz hatırından, tâ ölünceye kadar.
"Ben Rabbime nasıl da, karşı geldim?" diyerek,
Pişman olur ve ağlar, göz yaşları dökerek.
İyi bir iş yaparsa, kusurlu, noksan bulur,
Hatırlamaz onu hiç, zîrâ hemen unutur.
Her gün akşam olunca, der ki kendi kendine:
"Bu gün hangi tâati, yapabildin Rabbine?"
Çeker ki gün ve gece, kendisini hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, kalbinden söküp atar,
Âhirette azâbdan, kurtulmaya yol arar.
Gönlünden tamam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Bu yalancı dünyâya, aslâ etmez iltifat,
Dünyâya çalışsa da, kalbine sokmaz fakat.
Zîrâ onun kalbinde, vardır Allah sevgisi,
Bir kalpte, iki zıd'dan, bulunmaz her ikisi.
Dünyâ muhabbetini, kalbine soksa biri,
Sanki temiz odaya devirmiştir çöpleri.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Hatâ yaparım diye, hayâ eder Allah'tan.
Kırık, mahzun kalp ile, yapar ibâdetini,
Sonra da istiğfâra, muhtaç bulur hepsini.
Âhiret derdi ile, dertlenmiştir. O hepten,
Bütün yaptıklarına tövbe eder o kalpten.
Rabbini anmak ona, her şeyden tatlı gelir,
Bedeni insanlarla, kalbi Allah iledir.
Dediler ki: "Efendim, mümine yakışmıyan,
Kötü işleri dahi, ediniz bize beyân."
Buyurdu ki: "İnsanın, hevâ ve hevesine,
Uyarak iş yapması, zulümdür kendisine.
İşlediği günahı, küçük görse o şâyet,
Olamaz onun için, bundan büyük felâket.
İnsanların düştüğü, korkunç hastalıkların,
Biri de, gıybetini, yapmaktır insanların.
Gıybet iki cihanda, felâkete sebeptir
Milletleri içerden, kemiren bir âfettir.
Kendisini beğenen, kimseler yapar bunu,
Tatmin eder böylece, nefsinin arzusunu.
Ey akıl sâhipleri! Düşünün, ibret alın!
Henüz ecel gelmeden, ölüme hazırlanın.
Siz günah işlerseniz, bu dünyâda gülerek,
Yanarsınız orada, âh-ü figân ederek.
Ateş deyip geçmeyin, düşünün üzerinde,
Tutun parmağınızı, bir kibrit alevinde.
Öyleyse üstünüzden, atın da bu gafleti,
Görün artık gelecek, o korkunç âkibeti.
TÖVBE BİR HAZÎNEDİR
Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken bile hattâ,
"Günah işlerim" diye, titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli, Cehennem'e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.
Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, her an tövbe istiğfâr."
ŞAŞARIM ŞU İNSANA
Seyyid Ahmed Rıfâî, yazdığı eserinde,
Şu şekilde nasîhat, ediyor bir yerinde:
Şu kula şaşarım ki, ölüme inanıyor,
Buna rağmen gülüp de, neşelenebiliyor.
Şuna da şaşarım ki, inanıyor kadere,
Yine de mahzûn olup, boğuluyor kedere.
Ve şuna şaşarım ki, Cehennem vardır diyor,
Yine de fütursuzca, her günahı işliyor.
Şaşarım dünyâ fâni, diyen şu insana ki,
Sarılmıştır dünyâya, ayrılmıyacak sanki.
Yine başka yerinde, buyurdu: Ey insanlar,
Pek çok hayret ettiğim, iki türlü insan var.
Birincisi şudur ki, hep oruçtur gündüzün,
Gece de sabaha dek, tâattadır büsbütün.
Aslâ Hak teâlâya, etmez günah ve isyân,
Yine de görürsün ki, hüzünlüdür o insan.
Uğraşmasına rağmen, hep âhiret işiyle,
Yine ağlar görürsün, onu hep gözyaşıyle.
İkincisi şudur ki, yapmaz hiç tâatini,
Oyun ve eğlenceyle, geçirir her vaktini.
Günahları işler de, sıkılmadan mâlesef,
Yine de bu hâline, üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen, İslâmın hâricinde,
Görürsün onu dahî, yine neşe içinde.
Başka bir yerinde de, buyurdu: Ey insanlar,
Sakın siz ilminize, güvenmeyin ki zinhar,
Şeytan, sâhip olduğu, ilminin gurûrundan,
Kovulup, helâk oldu, Allah'ın huzûrundan.
Bir insan, her bir ilmi, bilse de ince ince,
Faydasını göremez, amel eylemeyince.
Bel'âm-ı Bâura da, çok ilim sâhibiydi,
Öyle ilim sâhibi, dünyâda yok gibiydi.
Lâkin kalbi bir mikdâr, meyl edince dünyâya,
Dünyâ ve âhirette, oldu rezîl ve rüsvâ.
Yine obuyurdu ki: Ediniz ilme gayret,
Zîrâ ilim hayattır, ölümdür hem cehâlet.
Ve lâkin her bir ilim, bir vebâldir kul için,
Kurtulunmaz vebâlden, amel eylemeksizin.
İnsan, ameli dahi, yapmalı ki ihlâsla,
İhlâssız amellerden, bir fayda gelmez aslâ.
Yâni bir kul, muhakkak, ilim, amel, ihlâsı,
Temin etmelidir ki, budur işin esâsı.
Yine o buyurdu ki: Sâlih olan müslüman,
Allah'ın takdîrine, boyun eğer her zaman.
Mübtelâ olsa dahi, bir derde ve belâya,
Yine sabır gösterip, isyân etmez Allah'a.
Gâyet iyi bilir ki, kulu azîz ve zelîl,
Eden, yalnız Allah'tır; mevkî, makam, mal değil.
Resûl'ün sünnetine, tâbi olur o ekser,
O, ya hayır konuşur, yâhut da sükût eder.
Onun tek endîşesi, son nefes içindir hep,
Îmân ile, şehîden, ölmeyi eder talep.
Öfkelenmez kat'iyyen, dünyâlık şeyler için,
Ve atmaz tek bir adım, iyi düşünmeksizin..
Nefsine hâkim olup, girmez onun emrine,
Günah, küçük de olsa, işlemez aslâ yine.
Allah'ın rızâsını, almaktır tek gâyesi,
Hep bunu temin için, geçer günü gecesi."
DİNLEYİN EY İNSANLAR
Ahmed-i Yesevî'nin, tesirliydi sözleri,
Hidâyete getirdi, binlerle kimseleri.
Bir eseri vardı ki, "Dîvân-ı hikmet" diye,
Doludur insanlara, öğüt, nasîhat ile.
Bir yerde buyurur ki, (Korkunuz, sakınınız,
"Dünyâ adamları"yle, yakınlık kurmayınız!
Dünyâ malı, geçici, hem de aldatıcıdır,
Bu gün senin ise de, yârın başkasınındır.
Aklı olan, buna gönül vermez velhâsıl,
"Âhiret derdi" ile, dertlenmiştir o asıl.
Bu dert, onun öyle çok, sarmıştır ki içini,
Düşünür gece gündüz, Cehennem ateşini.
Günah ve kusûrları, "Dağ gibi" gelir ona,
Bu yüzden boynu bükük, mahcûbdur Allah'ına.
Rabbinin dergâhında, affa kavuşmak için,
Gece sessizliğinde, ağlardı için için.)
Bir yerde buyurdu ki: (Allah'tan başkasını,
Kalbinizden atarak, silin gönül pasını!
Dînin emirlerini, öğrenip ince ince,
Yapın her işinizi, bu esas mûcibince.
Dînin bir edebine, olursa muhâlefet,
Tamâmen "İstidrâc"dır, görülse de kerâmet.
Dünyâ muhabbetini, kalbinden çıkaranlar,
Her iki cihanda da, bulur kıymet, îtibâr.
Dînin emirlerini, gözetin ki her işte,
"Halk" içinde "Hak" ile, olmak da budur işte.
Dînini öğrenmeden, tasavvufla uğraşan,
Kimsenin îmânını gizlice çalar şeytan,
Bâzı hârikulâde, hâlleri görülse de,
Hakîrdir, zîrâ onlar, "İstidrâc"dır hepsi de.
Evliyâ zannetse de, kendisini o kişi,
Hiç mu'teber değildir, indallah hiç bir işi.
Eğer İslâmiyyeti, bilmezse bir müslüman,
Dünyâ ve âhirette, görür çok zarar ziyân.
Alış-veriş ilmini, bilmezse biri eğer,
Hiç farkında olmadan, haram ve şüpheli yer.
Çünkü bildirilmiştir, dinde bunun esâsı,
Bilmeden yapanların, haram olur lokması.
Yine o buyurdu ki: Dinleyin ey insanlar,
Gönüller kararıyor, işlendikçe günahlar.
Bu günâh kirlerinin, temizlenmesi için,
Çok tövbe etmelidir, yolu budur bu işin.
"Allah'ın rızâsı"nı, gözetin ki her zaman,
Ancak böyle kurtulur, âhirette müslüman.
Sakın mala ve mülke, gönül bağlamayın ki,
Elden çıkar sonunda, değildir çünkü bâki.
Malının çokluğuyla, ahmaklar mağrûr olur,
Onlar iki cihanda, bulamaz râhat, huzûr.
"Kârûn" dahî malıyla, öğünürdü ki yine,
Mallarıyle birlikte, geçti yerin dibine.
Kâfir de olsa bile, sakının kalb kırmaktan,
Zîrâ daha günahtır, bu, Kâbe'yi yıkmaktan.
Resûl'ün sünnetidir, gariplere merhamet,
Garip sevindirmeğe, ediniz sa'y-ü gayret.
Görürseniz zavallı, gönlü kırık birini,
Derdine merhem olup, ferâhlatın kalbini.
Zîrâ siz, bu dünyada merhamet ederseniz,
Size de mahşer günü, şefkat eder Rabbimiz.
ÜÇ SENE KÂFİ GELİR
Şah Abdürrahîm idi, adı babasının da,
Ölüm hastalığına, yakalandı sonunda.
Mîdesine şiddetli, bir ağrı girdi artık,
Ev halkı endîşeye, kapıldı bir aralık.
Komşular haber alıp, ziyârete geldiler,
Onu çok hasta görüp, tesellî eylediler.
Henüz "Beş yaşında"ydı, Alâeddîn o günde,
Diz çökmüş otururdu, babasının önünde.
Gelenler dediler ki: "Alâeddîn duâ et,
Hak teâlâ babana, versin sıhhat âfiyet."
Cevâbında dedi ki: "Edeyim, peki, fakat,
Şu anda ona duâ, sağlamaz bir menfaat.
Zîrâ Resûlullah'ı, görürüm ki âşikâr,
Bir Cennetin içinde, babamı bekliyorlar.
Melekler ellerinde, Cennet elbiseleri,
Buraya gelirler ki, götürsünler pederi."
Vaktâ ki Alâeddîn, onlara dedi bunu,
Babası "Allah" deyip, teslîm etti rûhunu.
O da vefât ederek, göçünce bu dünyâdan,
Bir maddî sıkıntıya, girdiler hepsi o an.
Annesi gâyet asîl, bir hanım efendiydi,
Yine sıkıntısını, kimseye bildirmedi.
Alâeddîn o günler, sâdece "Su" içerek,
Üç-beş günde bir defâ, bir lokma yerdi ekmek.
Lâkin fenâ olmuştu, bir gün "Açlık hissi"nden,
Yemek için bir şeyler, istedi annesinden.
Evde ise pişecek, yok idi hiç bir şeyi,
Su doldurup ateşe, oturttu tencereyi.
Yemek pişirir gibi, göründü artık ona,
Zîrâ bir şey yoktu ki, yedirsin bu oğluna.
Bekledi Alâeddîn, öğleden akşama dek,
Sordu ki: "Anneciğim, pişmedi mi o yemek?"
O "Pişmedi" deyince, gelip kapağı açtı,
Zîrâ hiç tahammülü, yok idi, hayli açtı.
Kapağı açar açmaz, kavuştu bir sevince,
Bağırdı: "Anneciğim, pilav pişmiş iyice."
O da gelip görünce, daha arttı hayreti,
Anladı ki bu dahî, oğlunun kerâmeti.
Zâten hârikulâde, hâlleri çoktuonun
Büyük zât olacağı, belliydi bu oğlunun.
Düşündü ki: "Bunu ben, âbime götüreyim,
Yetiştirmesi için, ona teslîm edeyim."
Ferîdüddîn Genc Şeker, idi ki âbisi de,
Oğlu Alâeddîn'i, götürdü kendisine.
O dahi görür görmez, kardeşinin oğlunu,
Fark etti alnındaki, o "Büyüklük nûru"nu.
Sevinip buyurdu ki, hemen hemşîresine,
"Üç sene kâfi gelir, bunun yetişmesine."
O dahî arz etti ki: "Âbicim, Alâeddîn,
Sever oruç tutmağı, lütfen çok dikkat edin!
Zîrâ korkuyorum ki, olunmazsa göz kulak,
Açlıktan ölebilir, yemeği unutarak."
O, tebessüm buyurup, hemen kız kardeşine,
Dedi: "Korkma, veririm, onu mutfak işine."
Hemşîresi o zaman, memnûn oldu pek fazla,
Ve lâkin Alâeddîn, yemezdi yine aslâ.
Dayısının yanında, üç senede nihâyet,
Tamâmiyle yetişip, aldı mutlak icâzet.
NE İÇİN AĞLIYORSUN?
Hadîs âlimlerinden, Ali bin Fudayl vardı,
Allah'tan korkusundan, her günahtan kaçardı.
Birgün ağlıyor idi, babası sordu ona:
"Ne için ağlıyorsun, ey yavrum, söyle bana?"
Dedi ki: "Babacığım, kıyâmet gününde biz,
Bir arada olmazsak, nice olur hâlimiz?
Şimdi olduğu gibi, olmazsak bir arada,
Bunu düşünüyorum, ağlıyorum burada."
Babası cevâbında, dedi ki evlâdına:
Abdullah bin Mübârek, şöyle demişti bana:
"Dünyâdan kesilirse, bir kişi Allah için,
Hâli ne de güzeldir, böyle olan kişinin."
Fudayl bin Iyâd der ki, evlâdım Ali'yi ben,
Gördüm kendi kendine, şu sözleri söylerken:
"Ey nefsim Cehennem'den, kurtuluş ne zamandır?
Şâyet kurtulamazsan, hâlin ne de yamandır."
Fudayl bin Iyâd der ki: "Bir keçimiz var idi,
Bu keçi, başkasının, arpasından yemişti.
O günden îtibâren, o keçinin sütünden,
Kimse süt içmemişti, ailemiz içinden."
Ali bin Fudayl birgün, bir yerde otururken,
Bir âyet-i kerîme, işitmişti birinden:
"Âlemlerin Rabbine, hesâb vermek üzere,
İnsanlar o gün kalkıp, toplanırlar bir yere."
Bayılıp düştü hemen, âyetin dehşetinden,
Gelemedi kendine, fazla teessüründen.
Bu zâtlar hürmetine, yâ Rabbî, bizi affet,
Böyle "yakîn îmânı", bizlere de ihsân et!
HAYÂ ÎMÂNDANDIR
Bu mübârek Velî'nin, bir hizmetçisi vardı,
Ehl-i hâl biri olup, hasta olmuş yatardı.
Git gide hastalığı, arttı ziyâdesiyle,
Artık öleceğini, anladı kalp gözüyle.
O, Ali bin Heytî'ye, dedi ki: "Ey üstâdım,
Tâze hurma yemeği, istiyor şimdi canım."
Lâkin hurma mevsimi, henüz olmadığından,
Bu arzûyu yerine, getirmek zordu o an.
Ali bin Heytî ona, buyurdu ki: "Ey evlât!
Bu zaman tâze hurma, bulunmaz gerçi fakat,
Keffan'da bolca vardır, olma hiç müteessir,
Çünkü şimdi orası, tam hurma mevsimidir."
"Abdüsselâm" adında bir zât vardı orada,
Altı aylık mesâfe, vardı fakat arada.
Ali bin Heytî ona, seslendi ki odadan;
"Ey Abdüsselâm, bize, hurma getir oradan."
Hizmetçi alıyorken, en son nefeslerini,
O getirip bir anda, bir hurma sepetini.
Dedi: "Niçin dünyâya, böyle meylediyorsun?
Bak ömrün sona gelmiş, sen hurma istiyorsun."
Hizmetçi çok üzülüp, dedi: "Bu, dünyâ değil
Asıl sen, çok yakında, edersin küfre meyil.
Hıristiyan olarak, tam verirken canını,
Yine üstâdımızın, görürsün imdâdını."
Bu sözleri söyleyip, göç etti bu dünyâdan,
Döndü Abdüsselâm da, biraz sonra oradan.
Yolda bir kadın gördü, çok güzel, açık saçık,
Gözü ona takılıp, bir anda oldu âşık.
Evlenmek isteyince, dedi ki ona kadın:
"Hıristiyan olmazsan, yanıma gelme sakın!"
Nefsine aldanmıştı, kabûl etti mâlesef,
Bir kadının uğruna, dînini etti telef.
Âniden hasta oldu, bir müddet sonra dahî,
Ve Ali bin Heytî de, haber aldı bu hâli.
Birine buyurdu ki: "Su dolu bir testi al,
Ve git Abdüsselâm'a, ölmeden yetiş derhâl.
En son nefeslerini, almaktadır o hâlen,
O suyu üzerine, birden boşalt tamâmen."
"Peki" deyip bir anda, vardı onun evine,
Götürdüğü o suyu, boşalttı üzerine.
O hasta vücûduna, su temas ettiği an,
"Allah Allah" diyerek, fırladı yatağından.
Kelime-i şehâdet, söyleyip tekrar yine,
Hidâyete kavuşup, girdi İslâm dînine.
Bu hâli görür görmez, hanımı, çocukları,
Hidâyete geldiler, hepsi de ayrı ayrı.
Buyurdu ki: "Bir kimse, hayâ etse Allah'tan,
Allah da hayâ eder, ona azâb yapmaktan.
O, Allah'a ne kadar, ederse çok itâat,
Ona da o nisbette, herkes eder iltifat.
O, ne kadar korkarsa, Allahü teâlâdan,
Herkes de o nisbette, çekinir, korkar ondan.
Kim azîz tutar ise, Rabbinin her emrini,
Allah da azîz tutar, mahşerde kendisini.
Kim hizmet eder ise, yaşlılara genç iken,
Yaşlanınca ona da, bulunur hizmet eden."
KEMÂLE GELMEK İÇİN
Ali Râmitenî ki, büyük bir evliyâdır,
Her bir nasîhatinde, rabbânî tesir vardır.
Buyurdu ki: "Bu yolda, kemâle gelmek için,
Çok gayret göstermesi, lâzım gelir kişinin.
Yapsa da senelerce, mücâhede, riyâzet,
Yine de zor erişir, maksadına o gâyet.
Lâkin bir yol vardır ki, riyâzetten ayrıca,
İnsanı maksûduna, kavuşturur kolayca.
Bu da, "Bir evliyânın, kalbinde yer almaktır,
Ve bir gönül ehlinin, gönlünü kazanmaktır."
Zîrâ cenâb-ı Allah, çok sever bu kulları,
Onların hürmetine, açar çok kapıları.
Kalpleri, "Nazargâh-ı ilâhî"dir onların,
Mahrum kalmaz hiç biri, o kalpte olanların."
Ali Râmitenî'nin, sohbetine her yandan,
İnsanlar akın akın, gelirlerdi durmadan.
Dolup boşalıyordu, gece-gündüz hânesi,
Zîrâ onun sohbeti, cezb ederdi herkesi.
Bir hoca var idi ki, o devirde çok zengin,
Uğraşırdı herkesi, kendine çekmek için.
Ziyâfetler verirdi, şehrin ahâlisine,
Ki herkes onu sevip, gelsinler hânesine.
Lâkin gelen olmazdı, yine ona çok kişi,
O ise merak edip, anlamadı bu işi.
Ve bir mektup yazarak, Ali Râmitenî'ye,
Dedi ki: "Herkes size, geliyor, acep niye?
Ben yemekler yedirip, yapsam da çok ihsânlar,
Yine bana değil de, size gelir insanlar."
Buyurdu ki: (Hikmeti, şöyledir ki bu işin,
Siz hizmet yaparsınız, "halka yaranmak" için.
Bizimse yoktur, aslâ, böyle bir düşüncemiz,
Allah'ın rızâsıdır, yegâne, tek gâyemiz.
Kim halkın rızâsını, düşünürse, mâlesef,
İnsanların nezdinde, bulamaz izzet şeref.
Kim de Hak rızâsını, düşünürse sırf eğer,
İnsanlar nezdinde de, kazanır kıymet değer.
Dediler ki: "Efendim, duâ ediyoruz hep,
Lakin kabûl olmuyor, sebebi nedir acep?"
Buyurdu ki: "Haramdan, yer ise eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde, duâsı olmaz kabul.
Hiç günah işlenmiyen, bir ağız ile şâyet,
Her kim duâ ederse, kabûl olur o elbet."
Biri de kendisinden, isteyince nasîhat,
Buyurdu ki: "Evlâdım, nefsine verme fırsat.
Zîrâ nefs-i emmâren kâfirdir senin şu an,
Ve Allah'a düşmandır, sen de ol ona düşman.
Onun hîlelerine, aldanma hiç bir işte,
Yoksa çok pişman olur ve yanarsın ateşte.
Bu yolun büyükleri, nefsine muhâlefet,
Ederek Rablerine, ulaştılar nihâyet.
Kötü arkadaştan da, çok sakın ki evlâdım,
O seni felâkete, götürür adım adım.
Nefisten de kötüdür, zîrâ kötü arkadaş,
Cehennem'e sürükler, seni o yavaş yavaş.
Gözünü iyi açıp, gelme ki hiç gaflete,
Yoksa dûçar olursun, ebedî felâkete.
İNSANIN ŞEREFİ
Ali ibni Şihâb ki, evlâd-ı Resûl'dendir,
Hem o devrin en büyük, din âlimlerindendir.
Geçirirdi vaktini, hizmet ve ibâdetle,
Vakar sâhibi olup, heybetliydi gâyetle.
Ne vakit namaz için, çıkıp da hânesinden,
Câmiye gitse idi, insanların içinden,
Heybetinden insanlar, her işi terk ederek,
Câmiye koşarlardı, onu tâkib ederek.
Boş duran insanları, görse idi o eğer,
Derdi ki: "Ey insanlar, çok kısadır ömürler,
Boşa geçirmeyin ki, vaktinizi siz şu an,
Yoksa mahşer gününde, olursunuz çok pişman."
Sülâle-i Resûl'den, olduğu halde bile,
Derdi: "Doğru değildir, öğünmek nesebiyle.
İnsana şeref veren, ilim ve edebidir,
Bir de ameli olup, neseb ve mal değildir.
Bilâl-i Habeşî'yle ve Selmân-ı Fârisî,
Îmân etmeden önce, köle idi ikisi.
Lâkin Resûlullah'ın, bir an durup yanında,
Mânevî sultanlığa, yükseldiler ânında."
Derdi ki: "Mühim olan, değildir çok ibâdet,
Günahlardan sakınmak, mühimdir daha elbet.
Hak teâlâ indinde, kıymetli olmak için,
Haramlardan kaçması, lâzımdır her kişinin."
Ömrünün sonlarında, Hacca gitti bir sene,
Dönüp hiç dinlenmeden, başladı hizmetine.
Dediler ki: "Efendim uzak yoldan geldiniz,
Hiç olmazsa birkaç gün, evde dinlenseydiniz."
Buyurdu: "Dinlenmeğe, gelmedik bu dünyâya,
Bizlere çalışmağı, emretti Hak teâlâ.
Vakit keskin bir kılıç, gibidir ey insanlar,
İyi kullanılırsa, insana fayda sağlar."
Hacdan sonra çoğaldı, ağlaması ve hüznü,
Gözünden akan yaşlar, ıslatırdı yüzünü
Vasiyyet eyledi ki, vefâtından az önce:
"Kabrim için bir nişan, koymayın ben ölünce."
Hayâtından bahsedip, önceki velîlerin,
Sonra bir nefes aldı, çok hüzünlü ve derin.
Dedi: "Onlar gittiler, atlı kâfilelerle,
Biz onları izleriz, topal bir merkep ile.
Biz tâkib ediyoruz, o büyüklerimizi,
Onların yollarından, ayırma yâ Rab bizi."
Oğlu naklediyor ki; Babam Ali bin Şihâb,
Derdi ki: "Hep helâlden, yememiz eder îcab,
Helâlle beslenirse, bir beden tam olarak,
Ölürse, o bedeni, çürütemez bu toprak."
Buna, bâzı kimseler, îtirâz ederlerdi,
Peygamber ve Sıddıklar, hiç çürümez derlerdi.
Babamın vefâtından, geçince yirmi sene,
Halk içinde bu mevzû, gündeme geldi yine.
Bunun doğruluğunu, görmek için âşikâr,
Babamın mezârını, bir gün gidip açtılar.
Hiç çürümemiş görüp, düştüler bir hayrete,
O zaman inandılar, bu açık hakîkate.
DÜNKÜ GÜNAHINA TÖVBE ET!
Evliyâ-ı kirâmdan, şânı büyük bir velî,
İlmiyle insanlara, oldu çok fâideli.
Aslen Buhâralıdır, Rivgir'de doğdu fakat,
Uzun bir ömür sürüp, o yerde etti vefât.
Başladı küçük yaşta, din ilmini tahsîle,
Zâhirî ilimlere, çalışırdı zevk ile.
Hocası çok sever ve takdîr ederdi onu,
Bilirdi onda büyük, bir cevher olduğunu.
O yerde Abdülhâlık Goncdüvânî nâmında,
Çok büyük bir velî de, var idi o zamanda.
Lâkin "büyük" bilmezdi, önceden kendisini,
Ve başka hocalardan, alırdı hep dersini.
Bir gün Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'yi gördü,
Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.
Baktı ki taşıdığı, çantası ağır gâyet,
Kalbinde bu velîye, duydu büyük muhabbet.
Yükünü taşımakta, bir yardım etmek için,
Edeble yaklaşarak, istedi ondan izin.
Hazret-i Abdülhâlık, onun bu teklîfini,
Derhal kabûl ederek, verdi elindekini.
Berâber yürüyerek, geldiler eve kadar,
Orada muhabbetle, etti ona bir nazar.
Buyurdu ki: "Evlâdım, bir saat sonra yine,
Bekliyorum seni ben, bu öğlen yemeğine."
"Peki efendim" deyip, ayrıldı ondan, fakat,
O anda kalbi sanki, yeniden buldu hayat.
Onu gördükten sonra, bir başka oldu hâli,
Zîrâ kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhî.
Bir saat sonra tekrar, geldi yine o zâta,
Berâber yemek yiyip, kavuştu iltifâta.
O kadar bağlandı ki, bu mübârek velîye,
O günden sonra artık, gitmedi medreseye.
Çünkü aradığını, bulmuş idi o artık,
Hiçbir şey görmüyordu, olmuştu ona âşık.
Zîra onun kalbinden, feyz ve nûrlar, o zaman,
Artık bunun kalbine, akıyordu durmadan.
Lâkin o, medreseye, gitmediğinden sebep,
Evvelki hocaları, kızarlardı ona hep.
Ve hattâ bir tânesi, çok baskı yapıyordu,
Ağır sözler söyleyip, hakâret ediyordu.
Bir gün eski hocası, rastladı ona yine,
Hakâretler ederek, dedi: "Dön mektebine!"
Hâlbuki bir gün evvel, mümine yakışmayan,
O bir günah işleyip, olmuştu sonra pişman.
Ârif-i Rîvegerî, üstün firâsetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:
"Efendim, siz benimle, uğraşacağınıza,
Oturup tövbe edin, dünkü günâhınıza."
O bunu işitince, eyledi çok taaccüb,
Günâhını düşünüp, utandı, oldu mahcûb.
Bildi bu talebenin, yüksek kerâmetini,
Anladı bu hâlinin, nereden geldiğini.
O da Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'ye gidip,
Oldu bir talebesi, yanında tövbe edip.
Bu velî göç edince, âhiret âlemine,
Ârif-i Rîvegerî, geçti onun yerine.
ÖLÜNCE BAŞLAYACAK
Avn bin Abdullah var ki, Tâbiîn-i izâmdan,
O zamanın tanınmış, hadîs ulemâsından.
Derdi ki: "Her amelin, vardır bir efendisi,
İbâdetler içinde, odur en kıymetlisi.
Benim amelimin de, en kıymetlisi vardır,
O da Hak teâlâyı, her sâniye anmamdır."
Buyurdu: "Sizden önce, gelip geçen insanlar,
Âhireti dünyâya, tercih etmişti onlar.
Âhiret işlerini, ilk önce yaparlardı,
Zamanları artarsa, dünyâya harcarlardı.
Sizse dünyâ işine, evvelâ bakarsınız,
Âhiret işlerini, geriye atarsınız.
Dünyâdaki bu hayat, bir görüntüdür ancak,
Hakîkî hayat ise, ölünce başlayacak.
Âhirete gidip de, hesap sona erince,
Sevâbı çok olanlar, Cennetlere girince,
Görürler daha yüksek, olan mertebeleri,
Tanırlar o yerlerde, bulunan kimseleri.
Derler ki: "Yâ İlâhî, şuradaki kullara,
Niçin yüksek mertebe, ihsân ettin onlara?"
Hak teâlâ buyurur: "Siz tokken, açtı onlar,
Siz suya kanmış iken, onlar susuz kaldılar.
Siz erkenden yatıp da, uyurken geceleri,
Onlar ibâdet ile, geçirirdi ekseri."
Derdi: "Kim hazırlarsa, âhiret azığını,
Gönderir Hak teâlâ, onun dünyâlığını.
Ve her kim tam yaparsa, kulluğunu, Rabbine,
Allah iyi gösterir, onu halkın gözüne.
Kim uğraşıp pâk etse, kötülükten kalbini,
Allah da, o kişinin, pâk eder zâhirini
Dünyâ sevgisindendir, kalblerin paslanması,
Tövbe ile mümkündür, ayna gibi olması.
Günahtan kaçmak için, birazcık gayret etmek,
Hayır iş işlemekten, kıymetlidir daha pek.
Âhiretlik ameller, insana huzûr verir,
Dünyâlık işler ise, gam ve keder getirir."
HOCASININ DUÂSI
Pâdişâh Ahmed Hanın, gördüğü bir rüyâyı,
Güzel tâbir edince, Azîz Mahmûd Hüdâyî,
Memnun olup bin altın gönderdi kendisine,
Maddî sıkıntıdaydı, mübârek de o sene.
Zîrâ bir çocukları, olacaktı o ara,
Gerekli masraf için, elinde yoktu para.
Hanımı diyordu ki: "Bıraktın kâdılığı,
Dağıttın elindeki, ne varsa dünyâlığı,
Şimdiyse, çok yakında, çocuğumuz olacak.
Bez parçası bile yok, bu çocuğu saracak."
O böyle söylenirken, çalındı kapı birden,
Azîz Mahmûd Hüdâyî, açmak için giderken,
Buyurdu ki: "Ey hâtun, kendini üzme artık,
Belki de Hak teâlâ, gönderdi bir dünyâlık."
Açıp da gördüler ki, hakîkaten sultandan,
Çok büyük hediyeler, gelmişti tam o zaman.
Hem öyle çok idi ki, hanımı etti hayret,
Sırf bir kese içinde, altın vardı bin adet.
Ertesi gün pâdişâh, bizzat gelip kendisi,
Ellerini öperek, olmuştu talebesi.
Bir gün de Sultan Ahmed gitmişti Üsküdar'a,
Çarşıda üstâdını, görmüş idi bir ara.
Kendisi at üstünde, üstâdı yaya idi,
Görünce edebinden, hız ile yere indi.
Bindirdi hocasını, hemen kendi atına,
Geçiverdi kendi de, edeple rikâbına.
Allah'ın velî kulu, Hüdâyî hazretleri,
Pâdişâhın atında, biraz gitti ileri,
Ve dünyâyı titreten, Pâdişâh Sultan Ahmed,
Hocasının ardından, yaya gitti bir müddet.
Sonra o mübârek zât, râzı olmadı buna,
Hemen attan inerek, buyurdu ki sultana:
"Bir gün benim üstâdım, Üftâde hazretleri,
Mübârek ellerini, uzatarak ileri,
Bana cân-ü gönülden, eylemişti bir duâ
Buyurmuştu:"Sultanlar, yürüsün rikâbında."
Sırf hocamın bu sözü, yerine gelsin diye,
Rızâ göstermiş idim, atınıza binmeye."
Pâdişâhı, atına, bindirip hemen tekrar,
Kendi, yaya olarak, yürüdü eve kadar.
Azîz Mahmûd Hüdâyî, hürmetine İlâhî
Onun şefâatine, kavuştur bizi dahi.
HÜDÂYÎ YOLU
Osmanlı Pâdişâhı Birinci Sultan Ahmed,
Bir câmi yaptırmaya, eyledi birgün niyet,
Temel atma gününde, âlimler toplandılar,
Kur'ân tilâvetiyle, kesildi çok hayvanlar.
Câminin temeline, o zaman ilk kazmayı,
Sultanın arzûsuyla, vurdu Mahmûd Hüdâyî.
Osmanlı pâdişâhı, Sultan Ahmed Han bile,
Yoruluncaya kadar, çalıştı kazma ile.
Kısa zaman içinde, câmi bitti nihâyet,
Sultan açılış için, herkesi etti dâvet.
Ve Cumâ hutbesini, okutmak gâyesiyle,
Üstâdı Hüdâyî'yi, çağırdı birisiyle.
Lâkin o, otururdu, Üsküdar mevkiinde,
Karşıya geçmek için, kıyıya geldiğinde,
Gördü ki, fırtınadan, denizde çok dalga var,
Cesâret edemedi, gitmeye kayıkçılar.
Nihâyet bir tanesi, geçmeye verdi karar,
Geçtiler selâmetle, Sarayburnu'na kadar.
Dalgalar adam boyu ard arda geliyordu,
Ve lâkin o kayığa, hiç zarar vermiyordu.
Onun bindiği kayık, Allah'ın izni ile,
Dalgalardan bir zarar, görmedi zerre bile.
Kayığın etrafını, çevreleyen bir alan,
Hikmet-i ilâhiyle, oluyordu süt liman.
Gelin gibi süzülüp, vardı Sarayburnu'na,
O gün bunu duyanlar, çok hayret etti buna.
Üsküdar-Sarayburnu, arasına bu yüzden,
Hüdâyî yolu diye, ad verildi o günden.
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -1- 23/04/2000
Hüccetül İslâm...
Büyük İslâm âlimi, müctehid ve imamdır,
Her fende söz sahibi ve hüccetül İslâmdır.
Bu âlim, “Tus şehri”nin “Gazal” nahiyesinde,
Doğdu “Binellisekiz” milâdi senesinde.
Yaşı “Ellibeş” iken, yine bu mübarek zât,
Tus’ta “binyüz onbir”de, eyledi Hakk’a vuslat.
İlk defa Tus şehrinde, başladı tahsiline,
Sonra Gürcan’a gidip, ilim aldı üç sene.
Gürcan’dan ayrılıp da Tus’a geri dönerken,
Bir grup yol kesici, önüne çıktı birden.
Para ve eşyasıyla birlikte eşkıyalar,
Ders notlarını dahi, alıp uzaklaştılar.
Arkalarından gidip, yalvardı ki ihlâsla;
(O notlar işinize yaramaz sizin asla.
Ben o ilimler için, eyledim terk-i diyar,
Nice sıkıntılara oldum hem de giriftar.
Üç senede topladım hem de o ilimleri,
Ne olur, o notları almayın, verin geri.)
Eşkıyanın reisi o notları vererek,
Şöyle dedi İmama, biraz gülümseyerek:
(Bu nasıl ilimdir ki, bağlıdır bu notlara,
Peki, nasıl maliksin sen bu malumatlara?
Bunlar elden gidince, boş bulursan kendini,
Nasıl iddia edersin, bunları bildiğini?)
Eşkıyanın bu sözü, ona çok etti tesir,
Gidince, o notları ezberledi hep bir bir.
Sonra da Nişabur’da tahsile etti devam,
Bilcümle ilimleri öğrenip etti tamam.
Selçuklu devletinin, veziri Nizâmülmülk,
Duydu ki, Nişabur’da bir âlim var, çok büyük.
Bağdat’a davet etti, acele kendisini,
Verdi ona medrese baş müderrisliğini.
Bugünkü tabir ile, Nizamiyye adında,
Bir üniversiteye “rektör” oldu ânında.
O devrin alimleri, cümle erkan ve eşraf,
İlmî üstünlüğünü ettiler hep itiraf.
O zaman Avrupa’da vardı ki filozoflar,
Dünyayı “tepsi” gibi “düz” zannederdi onlar.
İmam, müsbet ilimle reddedip derhal bunu,
İspat etti “düz” değil “yuvarlak” olduğunu.
Akıllı zannedilen, nice filozofların,
Allahı inkâr eden, o sefih insanların,
O iddialarını çürüterek evvela,
Ahmak olduklarını ispat etti pek âlâ.
Felsefe dedikleri gülünç bilgilerini,
İlim ile nakzedip, rezil etti hepsini.
Bunun için “Gazâli” bir filozof değildir,
O, dinde bir “Müctehid” bir “İslâm âlimi”dir.
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -2- 24/04/2000
Bin kitap!..
Bağdat’ta baş müderris idi hem bu büyük zat,
Bir ara istedi ki, eylesin terk-i Bağdat.
Düşündü ki, “Bu kadar ilimler tahsil ettim,
Lâkin bilmiyorum ki, halis midir niyetim?
Allah için değilse, edindiğim ilimler,
Sonunda helakime sebep olabilirler.
Niyetimde az dahi, dünya hırsı ve şöhret,
Var ise, benim için, bu olur bir felaket”
Bu türlü düşünceler geldiğinde içine,
Ders verirdi tam “üçyüz” ilim talebesine.
İmam’ın düşüncesi sezilince Bağdat’ta,
Buna mani oldular, eşraftan çok zevat da.
Bütün devlet erkânı, talebe ve cümle halk,
Dediler ki, (Gitmeyin, bizleri bırakarak.)
Lâkin o kararlıydı, gitmek için büsbütün,
Haccı bahane edip, Bağdat’tan çıktı bir gün.
Onbir sene sürünce, bu inziva hayatı,
Tamamlandı nihayet, manevi kemâlâtı.
Zahirî ilimlerde, eşsiz iken bu sefer,
“Tasavvuf” yolunda da, aldı çok mertebeler.
Hem zâhir, hem bâtında, “kâmil” oldu nihayet,
Sonra memleketine eyledi artık avdet.
Zira feyiz aldığı gönül ehli kişiler,
Kendisine bu yolu işaret eylediler.
Dediler ki; (Uzlette, kendine fayda vardır,
Lâkin ilim neşrinde, faide umûmadır.
Kendini düşünenden, zira bizim dinimiz,
Gayriyi düşüneni, tutar üstün ve aziz.)
O da bu nasihatı candan kabul ederek,
Döndü ilim neşrine, uzleti terk ederek.
Yaşı “elli” olmuştu, geriye döndüğünde,
Artık Tus’ta geçirdi, bakiye ömrünü de.
Vefat edene kadar, durmadan çalışarak,
“Bin kitap” telif etti, hiç durmadan yazarak.
Yazdığı kitapların, sayfa yekûnu eğer,
Ömrüne bölünürse “Onsekiz” sayfa eder.
“İhyâ-yı Ulum” ile bir “Kimyâ-yı Seâdet”,
İlmini göstermeye, eder, yalnız kifayet.
Ve hatta bu mevzuda, demiştir ki âlimler,
“Sırf İhyâ-yı Ulumu, bir gayri müslim eğer,
Severek çevirirse, sayfalarını bir bir,
Onun bereketiyle, imanla şereflenir.”
Dokuzyüz ellidokuz miladi senesinde,
Vukua gelmiş idi, bunun tecrübesi de.
Dört Alman ordinaryüs profesör o zaman,
İmâm-ı Gazâli’nin alıp kitaplarından,
Okumak suretiyle, nûr dolup kalplerine,
Dördü de girmişlerdi hemen İslâm dinine.
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -3- 25/04/2000
Rüyadaki sopa...
Bir kimse var idi ki, “Ebül Hasen” adında,
Hatırı sayılır bir kimseydi zamanında.
İmâmı Gazâli’nin “İhyâ-yı Ulûm”unu,
Bir gün biraz okuyup, beğenmedi pek onu.
Zira kendine göre, yanlış vardı içinde,
Yakmayı tasarladı, bunların hepsini de.
O kitaptan ne kadar varsa o mahallede,
Söyledi ki, “Toplansın cümlesi bir mahalde.”
Aynı gün, hanelerden kitaplar toplanıldı,
Ve bir Cuma gününde, bir mahalle yığıldı.
Ertesi gün hepsini yakacaklardı ki tam,
O gece yattığında, rüya gördü o imam.
Hem namaz kıldırdığı camiiden içeri,
Girince gördü birden, hazreti Peygamberi.
Hazreti Ebû Bekir ve hazreti Ömer de,
Resulün huzurunda, otururlardı yerde.
İmâmı Gazâli de, ayakta duruyordu,
Ve “İhyâ-yı Ulûmu” elinde tutuyordu.
Onu, Resulullaha göstererek uzaktan,
Dedi; (Yâ Resulallah, davacıyım şu zattan.
Zira yakmak istiyor, benim şu kitabımı,
Güya bulmuş içinde, bir kusur ve hatamı.
Siz de tetkik buyurun, bu kitabı Efendim,
Eğer hata var ise, dâvâmdan vaz geçeyim.
Yoksa, niçin yakacak o benim kitabımı,
O zaman bu adamdan alın benim hakkımı.)
Resulullah, kitabı baştan tâ sona kadar,
Mütalaa buyurup, sonunda verdi karar.
Buyurdu ki; (Vallahi, bu, çok güzel kitaptır,
Hepsi doğru ve iyi, hata yok tek bir satır.)
Sonra da uzatarak Ebû Bekr ve Ömer’e,
Buyurdu ki; (Siz dahi, tetkik edin bir kere.)
Onlar da inceleyip, o İhyâ-yı Ulûmu,
Ve tasdik ettiler ki, “Doğrudur bil-umûmu.”
O zaman Resulullah buyurdu; (Öyle ise,
Soyun şu kimseyi de, kalmasın üst elbise.
İftira edenlere vuruluyorsa nasıl,
Buna dahi vurun ki, cezası budur asıl.)
Bu emir gereğinde, hemen Ebul Hasen’i,
Getirip çıkardılar, önce elbisesini.
Resulün emri ile, başladılar vurmaya,
Lâkin beşincisinde, Sıddîk girdi araya,
Dedi: (yâ Resulallah, affedin bu kişiyi,
Zira yanıldığından yapmış idi bu işi.)
İmâm-ı Gazâli’ye sordu Resul-i zişan;
O dahi buyurdu ki, (Affettim ben de şu an.)
Uyandı Ebül Hasen, sabah kan ter içinde,
Ve hemen tövbe etti, bunun neticesinde.
İmâm-ı Gazali “rahmetullahi aleyh” -4- 26/04/2000
Âhiret sultanlığı
“Sultan Sencer” vardı ki, “Gazâli” zamanında,
Altmış sene kalmıştı padişahlık tahtında.
Dinine bağlı olup, severdi âlimleri,
Kendi de ilim ile uğraşırdı ekseri..
İmâm-ı Gazâli’yi birçok çekemeyenler,
Onu, Sultan Sencer’e, şikâyet eylediler.
O dahi haber salıp, İmâma birisiyle,
Görüşmek isteğini bildirdi kendisiyle.
Lâkin O, bu davete icabet etmeyerek,
Mazeret beyan etti, bir mektup göndererek.
Sultana o mektupta yazdı ki (Cenabı Hak,
Seni, iyi işlerde eylesin hep muvaffak.
İhsan etsin sana hem, âhiret sultanlığı,
Ki hiçtir ona göre, dünya padişahlığı.
Bu dünya saltanatı, geçicidir, fanidir,
O da birkaç seneden daha fazla değildir.
Hem sonra bu dünyanın var mıdır ki kıymeti,
Sultanlığının dahi olsun ehemmiyeti.
İnsan sahip olsa da, bütün dünya mülküne,
Onunla öğünmeğe değer mi dünya yine.
Öyleyse gönül verme sen bu “Dârül gurur”a,
Ebedi sultanlığa gönül ver, onu ara.
Bu saadete ermek, çok güç ise de, lâkin,
Sana göre kolaydır, sultan olduğun için.
Hadiste buyuruldu; “Bir günlük bir adalet,
Altmış yıllık tâatten üstündür daha elbet”
Herkesin “Altmış yılda” kazanacağı şeyi,
Bahşetti Allah sana “Bir günde” kesb etmeyi.
Dünyanın kötülüğü, açık ve ortadadır,
Ondan daha ortada ve âşikâr ne vardır?
Şimdi çağırırsınız beni sarayınıza,
Lâkin arz edeyim ki, halimi zatınıza,
Ben “Elliüç” senelik bir ömür sürdüm ki tam,
Bunun da “Kırk” senesi ilimle geçti tamam.
Sonra ben “Melikşah’ın” yanında yirmi sene,
Bulundum ve gayetle, yakındım kendisine.
Çok ilgi ve iltifat gördüm kendilerinden,
Görmediğim kalmadı, dünya nimetlerinden.
Fakat şimdi hepsini terk ettim seve seve,
Ahdim var, “Sultanların yanına gitmemeğe”
Kabul edilir ise, eğer bu mâzeretim,
Lütfetmiş olursunuz, bozulmaz eski ahdim.
Kabul olunmazsa da, sizindir emir ferman,
Geleyim yanınıza, bozup bu ahdi hemen.)
Sultan cevap yazdı ki; (Olmazsa size zahmet,
Teşrifiniz nimet ve şereftir bize elbet.)
İmâm-ı Gazâli “rehmetullahi aleyh” -5- 27/04/2000
“İki vâiz bıraktım”
Sultan Sencer, İmâmı saraya etti davet,
O da kabul ederek, etti buna icabet.
Girince, sultan onu karşıladı ayakta,
Kucaklayıp tahtına oturttu onu hatta.
İmam dahi oturdu, Besmele söyleyerek,
Buyurdu ki: Herkese nasihat etmek gerek.
Ve lâkin insanlara nasihat etmek için,
Risalet kaynağından alınır ruhsat, izin.
Resulullah buyurdu; (Bir susan, bir konuşan,
İki nasihatçıyı, bıraktım size şu an.
Bunlardan birincisi “Ölüm”dür ki, konuşmaz,
Diğeri “Kur’ân”dır ki, konuşup eder va’z.)
Susan vaiz diyor ki, lisan-ı hâli ile,
(İnsanları pusuda beklerim her an böyle.
Ecelleri gelince, çıkarak o pusudan,
Âniden yakalarım, vermeden fırsat, aman.)
Bu hali şimdi görmek isteyen varsa eğer,
Eski padişahların halini düşünsünler.
Alparslan ve Melikşah, Çağrı bey nerde hani?
Şimdi toprak altında, oldular hepsi fani.
Lisan-ı halleriyle diyor ki şimdi onlar:
(Gafletle yaşamayın, ey şimdiki sultanlar.
Biz dahi sizin gibi, bir vakit sultan idik,
Lâkin, hiç tanımıyor ecel sultan ve melik.)
Ey sultan, Allah sana bahşetti doğru iman,
Güler yüz, güzel ahlak ihsan etti sonradan.
Sultanlık nimetini verdiyse Allah sana,
Sen de amel yaparak, şükreyle bu ihsana.
Bu gün sultanlığınla mağrur olma ki zinhar,
Senden daha kudretli, “Sultanlar Sultanı” var.
Daha sonra dedi ki; (Ben oniki senedir,
Halktan uzaklaşmış ve halen uzletteyimdir.
Şimdi Nişabur’daki ilim medresesine,
Müderris olmam için, ısrar edilir yine.
Lâkin arz edeyim ki, şu hususu ey sultan,
Benim, hak sözlerimi kaldırmıyor bu zaman.
Bu zamanda hak bir söz söylerse biri eğer,
Kapı ve duvar bile, aleyhine geçerler.
Bana söylenenleri rüyada görse idim,
“Karışık rüya”, yahut “Bu bir kâbustur” derdim.
İmâm-ı Azam’a da, söz demişim aleyhte,
İşte buna tahammül edemem katiyyetle.
Bunun için siz beni affedin ki tedristen,
Tus’ta, kendi halimle yaşayayım artık ben.)
Bu hadiseden sonra Tus’a döndü o yine,
Ve iki sene daha hizmet etti bu dine.
“Ellibeş” yaşına da girince bu büyük zat,
Sene “Binyüzonbir”de eyledi Hakk’a vuslat.
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -6- 28/04/2000
Vefatı...
“Mustafa Bekri” diye, bir seyyid var idi ki,
Mescid-i Nebevinin temizleyicisiydi.
Bu zat anlatıyor ki, her gece hemen hemen,
Resul-i kibriyayı, rüyada görürdüm ben.
Tebessüm buyururdu, her gece gördüğümde,
“Hizmetten memnun” diye, seviniyordum ben de.
Fakat gördüm bir gece, ağlardı Resulullah,
Onu öyle görünce, üzülüp dedim Eyvah,
Yoksa bir hizmetimde kusur, mu oldu vaki,
Acep hangi hizmette, ne gibi hatam var ki?”
O zaman Resulullah dönüp benden tarafa,
Buyurdu ki; (Kusurun olmadı ey Mustafa.
İsmi benim ismimden, mübarek, âlim bir zat,
Vefat etti, işte ben ağlarım ona bizzat.)
Sonradan öğrendik ki, oradan gelenlerden,
“İmâm-ı Gazali”ymiş, o zaman vefat eden.
Binyüz onbir senesi, Cemazil evvelinde,
Ondördüne rastlayan, pazartesi gününde.
Gece sabaha kadar, zikir, fikir, ibadet,
Yaparak Kur’an’ı da eyledi çok tilavet.
Sabah vakti olunca, tazeledi abdesti,
Sonra yakınlarından, kefenini istedi.
Öpüp başına koydu, sonra sürdü yüzüne,
Dedi ki; (Yâ İlahi, emrin baş göz üstüne.)
Sonra da odasına girdi yalnız olarak,
Bir daha çıkmayınca, ehli çok etti merak.
Kapısını açıp da girdiler ki odaya,
Kavuşmuş büyük imam, Allahü teâlâya.
Baş ucunda yazılı bir kağıt vardı ancak,
Ona, şu beyitleri yazmıştı son olarak;
“Ey beni ölmüş görüp, ağlayan ehli beytim,
Şunu iyi bilin ki, gerçekten ben ölmedim.
Öldü zannedersiniz siz beni şimdi, fakat,
Benim için, şu anda başladı asıl hayat.
Bir Fatiha okuyun, ruhuma bu arada,
Ben gittim, biliniz ki siz varsınız sırada.”
İmâm-ı Gazâli’yi, vasiyyeti üzere,
Şeyh “Ebû Bekr-i Nessac” koymuş idi kabire.
Mezardan çıktığında, gördü ki o ahali,
Yüzü kül gibi olmuş, değişmiş onun hali.
N’oldu diye sorunca, kendisine insanlar,
Dedi ki; (Çok acayip bir şey gördüm aşikâr.
Ben İmam’ın nâşını, koyduğumda mezara,
Çok nurlu bir “sağ el”i görüverdim o ara.
Gaibden denildi ki, “Bu mübarek imamın,
Elini, eline koy Seyyid-ül enbiyanın.”
Bunu gördüm gözümle, işittim kulağımla,
Sonsuz rahmet eylesin, İmam’a Hak teala.)
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -1- 24/05/2000
İşe giderken niyet...
İmâm-ı Gazâli’nin “Kimyâ-yı seadet” nâm,
Kitabında şunları buyurur yüce imam:
(Dünya ticaretini yaparken dikkat et ki,
Zarara uğramasın, âhiret ticareti.
Sabah evden çıkarken, niyet et “Yâ İlâhi,
Rızkımı temin için, gidiyorum ben dahi.
Helâl götürmek için, çocuğuma eşime,
Senin emrine uyup, gidiyorum işime.”
Çalışırken dine de edersen tam riayet,
Yaptığın dünya işi, olur ayrı ibadet.
Düşün ki, senin gibi binlerce kimse şu an,
Senin faiden için çalışıyor durmadan.
Eğer çiftçi olmasa, fırıncı çalışmasa,
İnsanlar ne yiyecek, her gün ekmek çıkmasa?
Dokumacı, demirci, manav, kasap ve berber,
Düşün ki, senin için hep hizmet etmekteler.
Eğer onlar olmasa, rahat yaşayamazsın,
Öyleyse sen bunların herbirine muhtaçsın.
Madem ki senin için çalışır bunca insan,
Sen de çalış, boş durma, vaktini etme ziyan.
İnsanlar bir yolcudur, aynı yere giderler,
Yolcular birbirine yardım etmelidirler.
İşte böyle düşünüp, çalışır her Müslüman,
Gayrinin zararını istemez hiçbir zaman.
Herkese faideli olmaya eder gayret,
Bilir ki böyle yapmak, sayılır bir ibadet.
Hem dünya işlerini yaparken bir Müslüman,
Beş vakit namazını, kaçırmaz hiçbir zaman.
Zira Allah buyurur, “Mal ve çocuklar, sakın,
Rabbinizi anmaktan, sizi alıkoymasın.”
Önceki Müslümanlar çok titizlerdi bunda,
Camiye koşarlardı ezan okunduğunda.
“Demirciler” vardı ki, döverken demirleri,
Ezanı işitseydi, bırakırdı dövmeyi.
Çekici havadaysa, vurmazdı onu daha,
Yerde ise kaldırmaz, koşarlardı namaza.
“Terziler” var idi ki, soktuğunda iğneyi,
Ezanı işitseydi, çekmezdi onu geri.
Yani ne halde ise, kalırlardı o halde,
İtina ederlerdi, namaza fevkalade.
Çünkü bilirlerdi ki, herkese “Farzdır” namaz,
O vakitte namazdan daha mühim iş olmaz.
Ahiret işlerine, verince böyle kıymet,
Allah dahi onlara, verirdi çok bereket.
Halbuki ehemmiyet vermeselerdi dine,
Kazançları daha çok olmazdı elbet yine.
Üstelik de Allah’a olurlardı isyankâr,
Çok kazansalardı da, neye yarar öyle kâr?)
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -2- 25/05/2000
En kıymetli sermaye
İmâm-ı Gazâlinin buyurmuş oldukları,
Güzel nasihatlardan, şunlardır bazıları:
(“Şükür”, Hakk’ın verdiği, ne varsa nimet, hayır,
Onun sevdiği yerde harcayıp kullanmaktır.
Nimet, O’nun rızası dışında harcanırsa,
“Küfran-ı ni’met” olur, O’na karşı bilhassa.
Musibet gelince de, sabretmek lâzım gelir,
Çünkü o, senin için belki de bir nimettir.
Belâların içinde, yoktur ki bir tanesi,
Olmasın onun sana, gizli bir faidesi.
Ey insan, Hak teâlâ görür her işimizi,
Ve bizden iyi bilir, niyet ve içimizi.
Madem ki Allah bizi biliyor, görüyor hep,
O halde etmek lazım, O’ndan hayâ ve edeb.
Aklı olan bir kişi, demeli ki nefsine;
“Ey nefsim, fazla uyma heva ve hevesine.
Çünkü asıl sermayem, ömrümdür bir tek benim,
Ve bu kısa ömürden başkaca yok bir şeyim.
Öyle ki, bu dünyada verdiğim her bir nefes,
Çıkınca, hiçbir şeyle bir daha geri gelmez.”
Bu anlar, bu nefesler, sayılıdır hem dahi,
Yani ömür gün be gün, azalıyor Vallahi.
“Ebedi seadeti” ele geçirmek ise,
Bu günkü işlerinle ilgili bir hadise.
Öyle ise ey nefsim, sonsuz seadet için,
Ne yaptın geçen günler, ne oldu bugün işin?
Bir şey yapamadınsa bu yolda eğer şu an,
Var mıdır senin için, bundan büyük bir ziyan.
Eğer “Yarın yaparım” diyorsan, aldanırsın,
Ecel önce gelir de, pişman olup kalırsın.
Çünkü ölüm, kimseye vakit bildirmemiştir,
“Şu gün, yahut şu zaman gelirim” dememiştir.
Bir şey yapacak isen, çabuk tut ki elini,
Bilmiyorsun ecelin ne gün geleceğini.
Hadiste buyurdu ki zira Peygamberimiz,
“Yarın yaparım diyen, helâk oldu biliniz”
O halde şu ânının iyi bil kıymetini,
Günahları terk edip, tam yap ibadetini.
Zor geliyor ise de, bunları bugün yapmak,
Nerden biliyorsun ki, yarın kolay olacak?
Kabul olan ibadet, vaktinde yapılandır,
Geciktirmekte ise, itiraz, inat vardır.
Ey nefsim, sen Allah’ın pek âciz bir kulusun,
Ve Onun her emrini yapmağa da mahkumsun.
Eğer inanıyorsan, ahkâm-ı diniyyeye,
Ne lüzum görüyorsun, onu geciktirmeğe.
Emri geciktirmek de, suçtur halis kul için,
Öyleyse hep vaktinde olmalı her bir işin.)
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -3- 26/05/2000
Nefis muhasebesi
İmâm-ı Gazâli ki müctehid alim bir zat,
“Kimya-yı Seadet”te, eder şöyle nasihat:
(Hak teala Kur’anda, buyurdu bir âyette;
“Terazi kuracağım, Mahşer günü elbette.
O gün asla kimseye zulmedilmeyecektir,
Herkes ne işlediyse, ortaya gelecektir.
Zerre kadar olsa da, her ameli muhakkak,
Mizana koyacağım, meydana çıkararak.”
Bunu haber verdi ki, Mahşer günü gelmeden,
Her kişi, hesabına baksın henüz ölmeden.
Zira hazreti Ömer, buyurdu ki: “Ey insan,
Gör kendi hesabını, gelmeden vakt-i mizan.”
İşte bu yüzdendir ki, eski din büyükleri,
Saydılar bu dünyayı, sanki bir “Pazar yeri”.
Kendi nefislerini, koyup “Ortak” yerine,
Şirket kurup “Şartname” yaptılar hemen yine.
Henüz işe girmeden, dediler ki “Ey nefsim,
Herbiri hazinedir benim her bir nefesim.
Çünkü o nefeslerden ibarettir sermayem,
Yani ömrümden başka, bir şeyim yok benim hem.
Öyle kıymetlidir ki, bu ömür, bu nefesler,
Zira geçen her ânım, artık geri gelmezler.
Her nefes alışta da, azalır bu sermayem,
Halbuki “Saadete ermektir” benim gayem.
Öyleyse ticarete başlayalım, vakit az
Ahiret uzunsa da, ticaret yapılamaz.
Aman nefsim, dikkat et, yitirme sermayeyi,
Giderse ne yapsan da, gelmez o tekrar geri.
Farz et ki ecel geldi, istedin bir gün izin,
Ve lakin verilmedi, o zaman ne edersin!
Farz et ki daha sonra verdiler sana onu,
Düşün şimdi o günün içinde olduğunu.
Ne yapacak idiysen ey nefsim o son günde,
Yap onu işte bugün, zira fırsat elinde.
Cenneti o günde de eğer kazanamazsan,
Olur mu senin için, bundan büyük bir ziyan?
Yedi adet kapısı, vardır ki Cehennemin,
Onlar da yedi adet uzvundur işte senin.
Sen bunları haramdan korumaz isen şayet,
Ve onlarla Allah’a yapmazsan çok ibadet,
Sana ceza veririm, kendine gel ey nefsim,
Yoksa Cehennemdeki azaplar gayet elim.
Zira Resul buyurdu, “Aklı olan bir insan,
Ölmeden hesabını görendir zaman zaman.
Ve ölümden sonraki hayatı düşünerek,
Kulluğunu yapandır, Allah’a şükrederek.”
Nefis asi ise de, nasihat dinler ancak,
Ona çok tesir eder, istediğini yapmamak.)
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -4- 27/05/2000
Nefsi kontrol etmek...
Nefsi her an kontrol altında tutmalıdır,
Ondan bir lahza bile, gafil olmamaldır.
Eğer bakılırsa, nefis kendi haline,
Acele dönmek ister, kendi şehvetlerine.
Tenhada da günahtan kaçmalı ki muhakkak,
Herşeyi görüyor ve biliyor Cenabı Hak.
İnsanların sadece dışını görürüz biz,
Lâkin içlerini de, görür elbet Rabbimiz.
Buna kavi olarak inanırsa bir kişi,
Edebli, düzgün olur, her niyeti ve işi.
Zaten inanmayanın, imanı yok demektir,
İnanarak isyan da, ne büyük bir cürettir.
Zira Cenab-ı Allah, buyurur ki: “Ey insan,
Bilmiyor musun seni, görüyorum her zaman.”
Biri Resulullah’a dedi; (Çoktur günahım,
Şimdi tövbe edersem, affeder mi Allahım?)
“Affeder” buyurunca, dedi, (Yâ Resulallah,
Ben onları işlerken, görüyor muydu Allah?)
“Görüyordu” deyince, bir “Eyvâh” dedi o an,
Ve yıkılıp can verdi, budur hayâ ve iman.
Hadiste buyurdu ki yine Peygamberimiz,
(Allah’ı görür gibi ibadet eyleyiniz.
Siz görmüyorsanız da, görmektedir O sizi,
Sizden iyi biliyor, O sizin içinizi.)
Allah’ın gördüğüne inanan bir Müslüman,
Asla yapabilir mi O’na günah ve isyan?
Büyüklerden birisi, talebesi içinden,
Birini daha fazla severdi cümlesinden.
Diğer talebeleri, buna üzülürlerdi,
“Niçin onu daha çok seviyor ki”? derlerdi.
Üstadları onların böyle düşündüğünü,
Anlayıp herbirine bir “kuş” verdi bir günü.
Dedi ki; (Bu kuşları, alın şimdi hepiniz,
Kimsenin görmediği yerde kesip geliniz.)
Gidip tenha bir yerde, kesip geldi herbiri,
Lakin o, hiç kesmeden getirdi kuşu geri.
Hemen sual etti ki, hoca o talebeye;
(Sen ne için kesmeden, alıp geldin geriye?)
Dedi ki; (Bulamadım, öyle tenha bir yeri,
Zira Cenab-ı Allah görüyor her yerleri.)
Diğer talebeleri duyunca bunu ondan
Onun üstünlüğünü anladılar o zaman.
Cüneyd-i Bağdadi’ye, bir genç gelip bir ara,
Dedi; (Çok bakıyorum, kadınlara, kızlara.
Hiç koruyamıyorum, gözümü nâmahremden,
Ne ile kurtulurum, acaba ben bu halden?)
Buyurdu: (Sen onları görmenden daha fazla,
Düşün ki, seni her an görüyor Hak teala.)
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -5- 28/05/2000
Nefsi hesaba çekmek
Nefse karşı yapacak üçüncü bir iş vardır
O da, her bir amelden, ona “Hesap sormak”tır.
Her gün akşam yatarken, o günkü işler için,
Nefsine sormalı ki, “Bunu niçin işledin?”
İnsan, iş ortağına aldanmaması için,
Nasıl hesaplaşırsa onunla peşin peşin,
Nefse karşı daha da uyanık olmalıdır,
Çünkü nefis hileci, hain ve yalancıdır.
Kendi arzularını sana iyi ve güzel,
Gösterip yaptırmaya çalışır pek mükemmel.
Onun için her şeyi, ona sual etmeli,
“Bu işi ne niyetle, niçin yaptın?” demeli.
Zararlı, fena bir iş yapmışsa o gün eğer,
Ona bir ceza verip, ödetmek icab eder.
“İbni Samed”, âlim ve büyüklerden bir zattı,
Altmış yıllık ömrünün, bir hesabını yaptı.
“Yirmibirbin altıyüz” gün idi geçen hayat,
Bu rakamı görünce, şaşırdı birden o zat.
Derin bir “âh” ederek, dedi ki o gam ile,
“Her gün en az bir günah işlemiş olsam bile,
Yirmibirbin altıyüz günah eder bu cem’an,
Ben nasıl kurtulurum, bu kadar çok günahtan?
Hem de öyle günlerim oldu ki benim eyvâh,
İşlemiştim bir değil, yüzlerce hatta, günah.
O halde yüzbinlerce günah oldu şu anda,
Öyleyse benim halim ne olacak mizanda?”
Yıkıldı sonra yere, düşünerek o bunu,
Halk gelip baktılar ki, teslim etmiş ruhunu.
Lâkin herkes günahı böyle dert etmiyorlar,
Yani kendilerini hesaba çekmiyorlar.
Bir tane “kum” koysaydı, odaya her günahta,
Birkaç sene içinde, dolardı kumla oda.
Omuzlarımızdaki vazifeli melekler,
Her bir günahımızı, tek be tek kaydederler.
Bir günaha “bir lira” isteselerdi bizden,
Malımızın tamamı, giderdi elimizden.
Halbuki arada bir, hem de pek gaflet ile,
Bir iki “Sübhanallah” diyecek olsak bile,
Tesbih alır ve sayar, onu hesab ederiz,
Sonra da “Ben şu kadar şunu söyledim” deriz.
Hazreti Ömer Faruk, buyurdu ki: Her insan,
Tartmalı kendisini gelmeden vakt-i mizan.
Her akşam kamçı ile vurarak kendisine,
“Ne için böyle yaptın?” der idi hep nefsine.
Ve derdi ki “Ey nefsim, gaflete gelme zinhar,
Bak emirül mü’minin diyor sana insanlar.
Buna layık olmazsan, yazıklar olsun sana,
Allahtan kork, yahut da hazırlan azabına.)
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -6- 29/05/2000
Nefse ceza vermek
İmam buyuruyor ki, “Kimya-yı Seadet”te,
(Nefse ceza vermeli, her günahta elbette.
Hiç affetmemelidir, onun bir hatasını,
Her günah işledikte, vermeli cezasını.
Eğer gözyumulursa, daha azar, şımarır,
Önüne geçilemez tehlikeli hal alır.
Mesela haram yerse, aç bırakmalı biraz,
Harama baktı ise, mübaha baktırılmaz.
Biri, cünüp olmuştu rüyasında bir gece,
Ve lâkin tembellikten, gusl etmedi hemence.
Çünkü nefsi dedi ki, “Hava soğuk bu vakit
Sabret, sabah olsun da, o zaman hamama git.”
Nefsi bu vesveseyi verince kendisine,
Fırladı yatağından, “inat için” nefsine.
Gusl edip hem nefsine ceza olsun diyerek,
İbadetle geçirdi, geceyi sabaha dek.
Ve dedi ki, “Rabbimin emrettiği bir işte,
Gevşek davranan nefsin cezası budur işte.”
“Ebû Talha” vardı ki, sahabe-i kiramdan,
Namaz kılıyor idi, bağ içinde bir zaman.
O ara güzel bir kuş, gelip kondu yanına,
Kaç rek’at kıldığnı şaşırdı bakıp ona.
O da kendi kendine dedi ki, “Bak ey nefsim,
Benim dünya malında asla yok bir hevesim,
Rabbimin huzurunda ederken O’na tâ’at,
O’ndan gayrı bir şeye edilir mi iltifat?
Madem ki düşüyorsun sen böyle bir hataya,
Ben de tasadduk ettim bu bağı fukaraya.”
Biri de anlatır ki babamız uyuyordu,
O sırada birisi geldi ve onu sordu.
Ben de “Babam uyuyor” deyince o kimseye,
“Bu zaman uyunur mu?” deyip döndü geriye.
Merak edip ardından gidince onun biraz,
Baktım kendi kendine diyor ki, “Ey boşboğaz
Nene gerek gayrinin işine karışırsın,
Niçin bir başkasının haliyle uğraşırsın?
Eğer uygun değilse akşama yakın yatmak,
Zararı ona olur, sana ne be hey ahmak!
Bugünden itibaren bir sene müddet ile,
Her gecen uyumadan geçecek ibadetle.”
“Temim-i Dâri” vardı sahabedendi o da,
Bir akşam namazını kaçırmıştı uykuda.
Uyanıp çok üzüldü ve dedi ki nefsine,
“Sana ceza olarak uyku yoktur bir sene.”
Yine “Mecma” adında, bir kimse vardı ki hem,
Bir gün bir pencerede kadın gördü namahrem.
O andan itibaren ahdetti ki o dahi,
“Artık bakmayacağım yukarıya vallahi.”
İmâm-ı Gazali “rahmetullahi aleyh” -7- 30/05/2000
Nefs ile mücahede
“Mücahede” şudur ki nefse acı, zor gelen,
Şeyleri yaptırmaktır ona mütemadiyen.
Mesela namaz kılmak ve her türlü ibadet,
Tabiatı icabı, zor gelir ona gayet.
Halbuki dinimizin men ettiği ne varsa,
Yani ona her günah tatlı gelir bilhassa.
İşte bu yüzdendir ki, bazı din büyükleri,
Nefisle uğraşmakta, gitmişlerdi ileri.
Mesela nefisleri yapsaydı bir kabahat,
Hemence cezasını verirlerdi kat be kat.
Ceza olarak ise, ibadet ederlerdi,
Çünkü nefsi emmare, istemez ibadeti.
Sahabe-i kiramdan, “Abdullah ibni Ömer,”
Bir vakit, cemaate, yetişmeseydi eğer.
Bir gece uyumadan, yapardı hep ibadet,
Zira o, kendisine etmişti böyle âdet.
Sahabeden biri de, bir gün bilâ ihtiyar,
Bir akşam namazını geciktirdi bir miktar.
Öyle çok üzüldü ki, buna o mübarek zat,
İki kölesi vardı, onları etti azad.
Bunlar, binlercesinden bir iki nümunedir,
Zira ufacık bir su, deryayı haber verir.
Nefsin ibadetlerden lezzet alması için,
Yanında olmalıdır, bir evliya kişinin.
Onun ibadetlerden zevk, lezzet aldığını,
Görüp o da zevk ile yapar her yaptığını.
Zira biri diyor ki, “Nefsimde ne zaman ki,
İbadet ve taatte gevşeklik olsa vâki.
Bir Allah adamının sohbetine giderim,
Çıkınca tatlı gelir bana ibadetlerim”
Böyle kâmil bir veli bulunmuyorsa eğer,
Onların hayatını okumak icab eder.
“Ahmet bin Zerrin” vardı gönül ehli, evliya,
Hep önüne bakardı bu kişi ekseriya.
Sebebini sordular, dedi ki “Cenab-ı Hak,
İbretle bakmak için, gözleri eyledi halk.
Zerreden Arş’a kadar, herşey nasıl muntazam,
Karışık hiçbir şey yok, bu ne âhenk, ne nizam.
Bu muazzam san’ata, bu sonsuz kâinata,
İbretle bakılmazsa, olur büyük bir hatâ.
Her zerre, bir ma’budun varlığını bildirir,
Ve her şey, o Allah’ın emriyle oluverir.
Tâbiinden “Alkame” adında bir zât vardı,
Nefsi ile çok fazla mücahede yapardı.
Dediler ki, “Efendim, acaba ne ki sebep,
Nefsinizle bu kadar uğraşıyorsunuz hep?”
Buyurdu ki; “Nefsimi çok fazla sevdiğimden,
Kurtarmak istiyorum, onu nâr-ı cahimden.”
İmâm-ı Gazali “rahmetullahi aleyh” -8- 31/05/2000
Nefsi azarlamak!..
Bu “Nefs-i emmâre” ki, kaçar hep iyilikten,
Koşar kötülüklere, hoşlanır tembellikten.
Saadete ermeğe büyük engel kendidir,
Yani kendi gafleti, kendi cahilliğidir.
Bazen tatlı sözlerle, nasihat eylemeli,
Bazen de sert söyleyip, haddini bildirmeli.
Demeli ki; (Ey nefsim, akıllıyım diyorsun,
Sana ahmak diyene, darılıp kızıyorsun.
Halbuki senden ahmak kim var ki şu cihanda,
Ömrünü boş şeylerle geçirirsin şu anda.
Sen şuna benzersin ki “Katil” olmuş bir adam,
Polisler tarafından aranıyor durmadan.
Bilir ki yakalanıp, hemen idam edilir,
O yine zamanını eğlenceyle geçirir.
Ey nefsim, şunu bil ki ecel âni geliyor,
Cennet ve Cehennemden biri seni bekliyor.
Ne mâlum biraz sonra, ecelin gelmeyecek,
Bugün gelmese bile, elbet bir gün gelecek.
Çünkü ölüm, kimseye vakit bildirmemiştir,
Gece gündüz, erken geç gelirim dememiştir.
Eğer hazır değilsen, ne için duruyorsun,
Ne ahmaksın ey nefsim, “Sana yazıklar olsun”
Senin halin benziyor, şu çocuğun haline,
Talebedir ve lâkin çalışmaz derslerine.
Zanneder ki hepsini öğrenirim bir anda,
Lâkin günü gelince, kaybeder imtihanda.
Eğer hafif görürsen, Allah’ın azabını,
Bir “kibrit alevi”ne yaklaştır parmağını.
Bir zerrecik ateşe bak dayanamıyorsun,
“Cehennem ateşi”ni sen ne zannediyorsun?
Oradan bir “Kıvılcım” dünyaya gelse eğer,
Onun hararetinden bu dünya erir, biter.
Sonra buyuruyor ki kitabında Rabbimiz;
“Bazı günahkarlara, biz azab ediciyiz.”
Bunu bildiğin halde, kendine gelmiyorsun,
Biraz utan ey nefsim, “Sana yazıklar olsun.”
Eğer ki “O rahimdir, O kerimdir” diyorsan,
“Affeder” ümidiyle günaha giriyorsan,
Bil ki mahluklarına çok ise de şefkati,
Lâkin azabının da pek fazladır şiddeti.
Belki diyeceksin ki, “İnanırım bunlara,
Lâkin gelemiyorum, fazla sıkıntılara.”
Fakat bu sıkıntılar, çok olsa da nihayet,
“Âhiret sıkıntısı” yanında hiçtir elbet.
Eğer dayanamazsan, bu az sıkıntılara,
Nasıl dayacaksın mahşerde olanlara?
Bunları bile bile günaha giriyorsun,
Kendine gel ey nefsim, “Sana yazıklar olsun”
İmâm-ı Gazâli “rahmetullahi aleyh” -9- 01/06/2000
“Sana yazıklar olsun!”
Ey nefsim, kış gelmeden odun kömür alırsın,
Kışın soğuklarına, böyle hazırlanırsın.
Halbuki Cehennemde “Zemherir” soğuğu var,
“Hiç” kalır buna göre, dünyadaki soğuklar.
Tedbir alıyorsun da, kış için çok önceden,
Âhireti ne için düşünmezsin ölmeden?
Yoksa sen âhirete iman etmiyor musun?
Allah’tan kork ey nefsim, “Sana yazıklar olsun”
“Sonra tövbe ederim” diye düşünüyorsan,
Ölüm âni gelir de, olursun sonra pişman.
İstiğfar edeceksen, bu günden etmelisin,
Yarına bırakma ki, belki ölebilirsin.
Bu ömrün kıymetini ne için bilmiyorsun,
Biraz düşün ey nefsim, “Sana yazıklar olsun”
Zannetme ki Allah’ı kızdırıyor günahın,
Azabı bu sebepten yapıyor sanma sakın.
Seni yakacak olan o “Ateş” kendindedir,
Süfli şehvetlerinden meydana gelmektedir.
İçindeki ateşle kendini yakıyorsun,
Öyle ise ey nefsim, “Sana yazıklar olsun”
Dünya nimetlerinden, bir gün ayrılacaksın,
Ve firak ateşiyle tutuşup yanacaksın.
İstediğin şeyi sev, bir gün elbet yok olur,
Ayrılık ateşi de sevgin kadar çok olur.
Sen bu hakikatleri hiç mi düşünmüyorsun?
Kendine gel ey nefsim “Sana yazıklar olsun”
Niçin sarılıyorsun dünya mal ü mülküne?
Bu dünyanın tamamı senin olsa hükmü ne?
Zira buna Rabbimiz “Sinek kanadı” kadar,
Bir kıymet vermiyor ki, öyleyse neye yarar?
Hani zenginliğiyle mağrur “Karun” ve “Hâman”,
Şimdi acep onları var mı hiç hatırlıyan?
Halbuki bu dünyadan, nasibin azdır senin,
Onlar da azalmakta, bozulmakta gün be gün.
Bunlar için Cenneti fedâ mı ediyorsun?
Biraz utan ey nefsim “Sana yazıklar olsun.”
“Müslümanım” diyorsun, bilmiyorsun dinini,
Öğrenmedin namazın, farzını sünnetini.
Ahlâkın iyi değil ve kötü huyların var,
Günahların “Dağ” gibi, etmiyorsun istiğfar.
Çocuğunu döversin, hanımını üzersin,
Bunların haklarını bilmem nasıl ödersin?
Bak, önünde ölüm var, ahiret var, hesap var,
İnsanları bekliyor, Cehennemde azablar.
Artık bırak gafleti, yoksa pişman olursun,
Allah’tan kork ey nefsim, “Sana yazıklar olsun.”