TÖVBE VE MAĞFİRET
Konumuz; 28 basamaklık bir İslâm merdiveninin başlangıç safhaları ile ilgili olan bir konu: Tövbe ve mağfiret.
1. basamakta insanlar olayları yaşar. Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o, sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o, sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Allahû Tealâ: “Savaş beğenseniz de beğenmeseniz de üzerinize yazıldı. Öyle olaylar vardır ki siz onları sevmezsiniz ama onlar sizin için hayırdır. Öyle olaylar vardır ki siz onlardan hoşlanırsınız ama sizin için şerrdir. Siz bilmezsiniz, Rabbiniz bilir.” diyor. Bu basamakta bütün insanlar vardır. Bir insan 3. basamağa ulaşmadıkça, 1. ve 2. basamaklarda kalan herkes için gidilecek yer cehennemdir.
2. basamağa bakıyoruz. 2. basamak Allahû Tealâ’nın seçim basamağıdır. Burada insanların %90’dan fazlası seçilir. Bir başka ifade ile Allah’a ulaşmayı dilemeyip de başka insanların da Allah’a ulaşmayı dilemelerini engelleyenler, sadece onlar seçilmezler. Onlar kalplerinde zeyg olanlardır, kalplerinde maraz olanlardır, kalpleri kararan ve sertleşenlerdir. Bu insanlar kötü niyetlidirler. Başkalarına da kendilerine de zulmederler.
Önemli olan, bir kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesidir. Dilerse, bu iki basamağı da aşmış olur. Herkesin bulunabileceği bu iki basamaktan bir öteye, 3. basamağa, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin basamağına geçer. Başlangıçtaki iki basamakta herkes bulunabilir ama bu basamaktan öteye geçemeyen herkesin gideceği yer cehennemdir. Öyleyse tövbe de mağfiret de kurtuluşun kademeleridir.
Bir insan Allah’a ulaşmayı dilerse ne olur? Dilediği anda Allahû Tealâ işitir ve bilir. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 256. âyet-i kerimesinde vallâhu semîun alîm(alîmun) buyuruyor:
2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. İrşad yolu (hidayet yolu; Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolu; şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.
Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir. Biz insanlar kâinatın bir parçasını teşkil ederiz. Bu kâinatta yaşayan canlı varlıkların en üst seviyesinde yaratılanı insandır ve biz insanlar Allah’a ulaşmayı dilemek mecburiyetinde olanlarız. Çünkü Allahû Tealâ üzerimize farz kılmıştır. İşte Rum Suresinin 31. âyet-i kerimesi:
30/RUM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“Allah’a yönel” yani “Allah’a ruhunu ulaştırmayı dile. Hayattayken ulaştırmayı dile ve böylece Allah’a karşı takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma.” Demek ki bizi müşrik olmaktan kurtaran şey Allah’a yönelmemizdir.
Allah’a ulaşmayı dilemek, bizi 3. basamağa geçirir. Allahû Tealâ kalbimizde ‘Allah’a ulaşmayı dileme olayı tahakkuk eder mi?’ diye, hep kalbimize bakar. Allahû Tealâ hep böyle bir dileğin oluşmasını bekler. Böyle bir dilek kalbimizde oluştuğu anda Allahû Tealâ derhal Rahîm esması ile tecelliye başlar.
Bu tecelliye dikkatle bakın. Eksikleriniz ne ise onların tamamlandığını, irşad makamına karşı kör, sağır ve dilsiz olan insanoğlunun, onu irşad makamı olarak gören, irşad makamı olarak değerlendiren, ne söylediklerini idrak eden bir yapıya kavuştuğunuzu görürsünüz.
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyip de başka insanları da Allah’a ulaşmayı dilemekten men edenlerin dışında olan herkesi, Allah’a ulaşmayı dilemeleri için seçer. Bu seçtiklerinden kim Allah’a ulaşmayı dilerse onları Kendisine ulaştıracaktır. Allahû Tealâ Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesinde bu hususu söylüyor:
42/ŞURA-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
Dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi sana da vahyederek, size de şeriat kıldık. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine hidayet eder (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“Allah dilediğini kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse onları Kendisine ulaştırır, hidayet eder.”
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemek esastır. Allahû Tealâ tarafından seçilenler toplumun %90’ından fazladır. Bu insanlardan her kim Allah’a ulaşmayı dilerse, onlar Allah tarafından seçilenlerin küçük bir kesimidir. Bu rakam mutlaka %10’un altında teşekkül edecektir ve bu sebeple o insanlar toplumun çok küçük bir parçasını oluştururlar. Allah, onlar bunu diledikleri anda işitir, bilir ve görür. Allahû Tealâ buyuruyor: “vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi): Allah kullarını görendir.”
3/AL-İİMRAN-15: Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim cennâtun tecrî min tahtıhel enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun ve rıdvânun minallâh(minallâhi), vallâhu basîrun bil ıbâd(ıbâdi).
De ki: “Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için Rab’lerinin katında içinde devamlı kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler ve tertemiz eşler ve Allah’tan rıza (makamı) vardır.” Allah kullarını BASÎR’dir (görendir, görücüdür).
Allahû Tealâ ne demek istiyor? Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, kalbindeki bu dilek derhal belirgin hale gelir. Allahû Tealâ da hep kalplere bakar, kişinin belirgin hale gelen kalbini, kalbindeki bu talebi görür. O anda zaten kişi Allah’ın kulu olmuştur.
Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o, Allah’ın kulu olur. Eğer dilememişse o, Allah’ın kulu değildir. İşte Allahû Tealâ bu hususu Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde şöyle anlatıyor:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinab ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Allahû Tealâ sahâbeden bahsediyor: “Onlar taguta, insan ve cin şeytanlara kul olmaktan içtinab ettiler, kaçındılar, kendilerini kurtardılar. Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele!” diyor.
Allahû Tealâ ne diyor? Tagut, insan ve cin şeytanlar ki; bunlar insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmayı dileyen, Allah’ın yoluna ulaşmasına mâni olan herkestir. Onlardan kim kaçınırsa ve Allah’a ulaşmayı dilerse, onlar taguta kul olmaktan içtinab ederler, kaçınırlar, kendilerini kurtarırlar. Allah’a kul olurlar, üstelik de müjdeler alırlar.
Allah’a kul olma keyfiyeti sadece bir dilekle başlar. Bu Kur’ân-ı Kerim’deki 1. kulluktur. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
51/ZARİYAT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Biz, insanları ve cinleri başka bir şey için değil; Bize, kul olsunlar diye yarattık.
“Biz insanları ve cinleri başka bir şey için yaratmadık. Sadece Bize kul olsunlar diye yarattık.”
Allahû Tealâ bütün insanları Allah’a kul olsunlar diye yaratmıştır. İşte böyle bir yaratma müessesesinde insanoğlu özel bir yerin sahibidir.
Her şey o kadar güzel ki... Allahû Tealâ öylesine güzel dizayn etmiş ki her şeyi, O’na sadece bu yarattıkları şeyler açısından hayran olabilirsiniz.
Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an Allah’ın bir sevgilisi olursunuz, Allah’ın kulu olursunuz. Böyle bir kulluk müessesesi size pek çok şey kazandırır. Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah’ın kulu olur. Allah’ın kulu olduğu anda, Allah’a ulaşmayı dilediği anda Allah onu işitir, bilir ve görür ve derhal o kişi üzerinde Rahîm esması ile tecelli eder.
İşte Yusuf Suresinin 53. âyet-i kerimesi bu tecelliyi ifade ediyor. Hz. Yusuf diyor ki:
12/YUSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).
Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Çünkü nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen, rahmetiyle nefsleri tezkiye ve tasfiye edendir).
“Ben nefsimi beraat ettiremem, ibra edemem, temize çıkartamam. Çünkü nefs şerri emreder. Ama Rabbimin Rahîm esması ile tecelli ettiği nefsler hariç.”
Allah’ın Rahmân esması, herkes için o kişinin hayatta kalmasının bütün şartlarını muhtevasına alır. O kişiye yaşaması için oksijeni, havayı, yaşamasını devam ettirebilmesi için karnını doyuracağı bütün gıda maddelerini, o kişinin hayatta kalması için gerekli olan bütün şartları Allah’ın Rahmân esması vücuda getirir. Ama Rahîm esması; rahmet, fazl ve salâvât göndermek açısından çok önemlidir. Aynı zamanda Rahîm esması o kişinin engellerini de ortadan kaldıran esmadır.
Nitekim bir insan Allah’a ulaşmayı diledikten sonra Allah ona Rahîm esması ile tecelli ettiği an, o kişinin üzerinde birtakım güzellikleri vücuda getirir. Bu, kişinin durumuna bağlı bir husustur. Eğer bir insan kendisine tebliğ yapıldığında sadece tâbî olmamış da Allah’a ulaşmayı dilememiş, tebliğ onda sadece pozitif bir tesir yapmamış, bir harekete neden olmamış ama karşı çıkma müessesesi de olmamışsa, bu insanda Allah hassaları engeller. İşte iki âyet-i kerime bunu anlatıyor. 1. grup âyetler, Bakara Suresinin 6 ve 7. âyetleridir:
2/BAKARA-6: İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne).
Onlar muhakkak ki kâfirdirler. Onları ikaz etsen de etmesen de onlar için eşittir (birdir), mü’min olmazlar.
2/BAKARA-7: Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâveh(gışâvetun), ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Allah onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) bir azap vardır.
Allahû Tealâ tebliğe muhatap olup da onu kabul etmeyen böyle insanlar için diyor ki: “Biz onların basar isimli görme hassalarının üzerine gışavet adlı bir perde çekeriz. Onların sem’î (işitme) hassalarını mühürleriz. Onların kalplerini mühürleriz.”
Allahû Tealâ üç engel koyuyor. Onların görme hassalarını gışavet adlı bir perde ile kapatıyor, görme hassası çalışmıyor. Allahû Tealâ kişinin işitme hassalarını ve kalplerini de mühürlüyor.
Aynı konu Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ tarafından anlatılıyor. Burada da aynı şey geçerlidir. Bu sefer de engeller uzuvlar üzerine değil, hassalar üzerindedir.
45/CASİYE-23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
Peki, bu kişi karşı çıksaydı? O zaman Allahû Tealâ uzuvlar üzerine engeller koyacaktı. O kişinin görme uzvu olan gözlerinin üzerine hicab-ı mesture koyacaktı. O kişinin kulaklarına vakra koyacaktı ve o kişinin kalbine ekinnet koyacaktı. İşte bu husus İsra Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde anlatılıyor:
17/İSRA-45: Ve izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti hicâben mestûrâ(mestûren).
Sen Kur’ân’ı kıraat ettiğin (okuduğun) zaman, seninle ahirete (ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya ve kıyâmet gününe) inanmayanlar arasına hicab-ı mesture kıldık (gözlerinin üzerine, görmelerini engelleyen bir perde koyduk).
17/İSRA-46: Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakran), ve izâ zekerte rabbeke fîl kur’âni vahdehu vellev alâ edbârihim nufûrâ(nufûren).
O’nu (Kur’ân’ı), fıkıh (idrak) etmelerine karşı, (fıkıh edemesinler diye) kalplerinin üzerine (idrak etmeyi engellemek için) ekinnet ve onların kulaklarına vakra (işitme engeli) kıldık. Ve sen Kur’ân’da Rabbinin tekliğini zikrettiğin zaman, nefretle arkalarına döndüler.
Allahû Tealâ: “Habibim, sen onlara Allah’ın adını anarak Kur’ân’ı kıraat ettiğin zaman, Allah’ın tekliğini söyleyerek okuduğun zaman onlarla senin arana hicab-ı mesture isimli bir perde çekeriz. Onların kulaklarına seni işitmemeleri için vakra koyarız ve onların kalplerine seni idrak edememeleri için ekinnet koyarız.” diyor.
Eğer bir kişi hem Allah’a ulaşmayı dilemiyor hem de başka insanların da Allah’a ulaşmayı dilemelerine mâni oluyorsa, o zaman Allahû Tealâ iki grubu birden tatbike geçiriyor. Hem uzuvlarını engelliyor hem hassalarını engelliyor. O kişi irşad makamına karşı tamamen kör, sağır ve dilsiz oluyor.
Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, bu engellerin hangisi olursa olsun yok olduğunu görüyoruz. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi irşad makamını gören, işiten, idrak eden birisi oluyor. Allah bununla da kalmıyor, o kişinin kalbine ulaşıyor ve kalbini Allah’a çeviriyor. Ondan sonra Allahû Tealâ o kişinin göğsünü şerh ediyor, yarıyor, göğsünden kalbine bir nur yolu açıyor. O kişinin “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye zikir yapması üzerine, o kişinin göğsüne rahmetle fazl gönderiyor. (Bu aşamada sadece iki nur (rahmet ve fazl) gönderiyor.) Nurlar göğse ve göğüsteki yarıktan içeri geçerek kalbe ulaşıyorlar ama kalpten içeri sadece rahmet nuru girebiliyor, fazıllar kalbe henüz giremiyor.
Bu içeri sızan rahmet nuru %2’yi bulduğu zaman kişi, Hadid Suresinin 16. âyet-i kerimesi gereğince huşû sahibi oluyor:
57/HADİD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Âmenû olanların kalplerinde, Allah’ın zikri ile (ve bu zikirle) Hakk’tan inen şeyle (nurla) huşûya ulaşmak (huşû sahibi olmak) zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilen ve sonra aradan uzun zaman geçen kalpleri kasiyet bağlayan (kalpleri zikirsizlikten veya zikirden kararan ve sertleşen ve hastalanan) kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu fasıklardır.
Allahû Tealâ: “O kişinin kalbinde Allah’ın zikri ile ve bu zikrin Hakk’tan indirdiği şey ile huşû oluşması zamanı daha gelmedi mi?” diyor.
İşte o iki nurdan bir tanesi olan rahmet nuru o kişinin kalbine girip de %2’ye ulaşırsa o kişi huşû sahibi oluyor.
Kişi huşû sahibi olursa ne olur? Olursa, o kişinin mürşidini Allah’tan sorma hakkı doğar. Allah da mutlaka ona mürşidini gösterir. (Konumuz tövbe ve mağfiretti. Konumuzla alâkalı olan öze, bu noktada girmek söz konusudur.) Huşû sahibi olan her kim Fatiha Suresine göre yalnız Allah’tan sorularak bulunması lâzım gelen mürşidini Allahû Tealâ’dan sorarsa, Allah ona mürşidini gösterir. Allahû Tealâ Fatiha Suresinde şöyle diyordu:
1/FATİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).
(Allah’ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.
1/FATİHA-6: İhdinas sırâtel mustakîm(mustakîme).
(Bu istiane’n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM’e (Allah’a ulaştıran yola) hidayet et (ulaştır).
iyyâke na’budu:Yalnız Sana kul oluruz, asla şeytana kul olmayız, yalnız Sana kul oluruz.
iyyâke nestaîn(nestaînu):Yalnız Senden istiane isteriz.
ihdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme): Bizi Sıratı Mustakîm’ine ulaştır. Bu ulaştırmayı yapmak için, Sıratı Mustakîm’ine ulaşmak için biz mutlaka Senden istiane isteriz.”
Allahû Tealâ acaba ne demek istiyor? Bu söylediğimiz noktaya ulaştıkları zaman sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler, Allah’a kul olmak isteyenler, Allah’tan istiane isterler. Yani onlar ulaşmayı diledikten sonra Allahû Tealâ karşılıklı iletişim unsurlarını devreye birer birer sokar. İrşad makamına karşı kör, sağır ve dilsizken; o kişi irşad makamını işiten, gören ve duyan birisi olur. İç dünyası Allahû Tealâ’dan aldığı güzelliklerle mürşidi arar hale gelir ve kişi mürşide ulaşmayı diler.
“Mürşid farz mıdır?” müessesesine cevap verelim. Sonra da ona nasıl ulaşılır, Kur’ân-ı Kerim’den görelim. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’e mürşidin gerekliliğini koymuştur. Maide Suresinin 35. âyet-i kerimesi:
5/MAİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki; siz felâha erersiniz.,
Allahû Tealâ: “Ey âmenû olanlar, ey Allah’a ulaşmayı dileyenler; takva sahibi olun. Yani 2. takvanın sahibi olun ve sizi Allah’a ulaştırmaya vesileyi, vesile olacak kişiyi, vasıta olacak kişiyi isteyin.” diyor.
Bu bir emirdir. Bu Allahû Tealâ’nın farz emridir. Allahû Tealâ Maide Suresinin 35. âyet-i kerimesi ile mürşidin mutlaka istenileceğini, istemek mecburiyetinde olduğumuzu, zorunda olduğumuzu ve bunun üzerimize farz olduğunu söylüyor. Öyleyse Maide Suresinin 35. âyet-i kerimesi mürşidin farziyetini en açık şekilde gösteren âyettir.
Allahû Tealâ “İsteyin.” diyor. “İbtiga edin.” diyor. Kimden? Allahû Tealâ, Allah’tan ibtiga edileceğini, Allah’tan isteneceğini Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde ifade buyuruyor:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Allahû Tealâ: “Allah’tan istianeyi yani mürşidinizin kim olduğunu sabırla ve namazla sorarak isteyin.” buyuruyor.
Namazla isteneceğine göre kimden istenecek? Allah’tan istenecek. Allahû Tealâ açık bir şekilde istianeyi Allah’tan istemeyi ve sabırla istemeyi emrediyor. Bunun mânâsı belki 1. defada Allah’ın mürşidi göstermeyeceğidir. Ama arkadan gelecek olanlara baktığımız zaman, Allahû Tealâ mutlaka göstereceğini işaretlerle anlatmıştır. Allahû Tealâ diyor ki: “Bu büyük, kebîretun, zor bir iştir.” Ama arkasından da diyor ki: “Ama huşû sahipleri için zor değildir. illâ alel hâşiîn(hâşiîne): Huşû sahipleri için hariç.” Diğerleri için kebîretun bir iş ama huşû sahipleri için değil.
Huşû sahipleri kesin şekilde, muhakkak surette inanırlar ki Allah’a mülâki olacaklardır. Mülâki olmak; ilka olmak, ulaştırmak demektir. Allahû Tealâ: “Ruhlarını Allah’a mutlaka ulaştıracaklarına kesin şekilde inananlardır. Onlar ölümden sonra da ruhlarının Allah’a döndürüleceğine, rücû edeceğine kesin şekilde inananlardır.” diyor.
Allahû Tealâ’dan sormak üzerimize farzdır. Allahû Tealâ: “nestaînu: sorun, istiane edin. Sabırla ve namazla Allah’tan mürşidinizi sorun.” diyor.
Mürşidi niçin soruyoruz? Çünkü bu noktada Allahû Tealâ kişiye mürşide ulaşma konusunda çok ciddi bir talep verir. Bu talebi Allahû Tealâ ilka eder, kişi bunu hisseder ve mürşide ulaşmayı diler. İçinden geçen şey: “Yarabbi, bunca senin ermiş evliyan mürşidlerine tâbî olarak Sana ulaşmışlar, Sen de benim mürşidimi göster Ey Yüce Allah’ım.” dileğidir. Kişi kalpten böyle bir dilekle Allah’a ulaştığı zaman Allah mutlaka ona mürşidini gösterir. Bu şartların oluşması için kişinin Allah’a ulaşmayı dilemiş olması ve Allah’ın bu şartların hepsini o kişide gerçekleştirmiş olması lâzımdır.
Bu kişi ne zaman Allahû Tealâ’ya müracaat ederse, Allahû Tealâ onun üzerinde bu değişiklikleri yapar ve sonra ona mürşidini gösterir. Allah’ın yaptığı değişiklere kısaca bakacak olursak; gözler, kulaklar, kalpler açıldıktan sonra Allah kişinin kalbine ulaşır. Sonra göğsünü yarar, sonra göğsünden kalbine nur yolunu açar, böylece o kişinin kalbine nur gönderir. Bu nurlar %2’yi bulduğu zaman kişi huşû sahibi olur. Kişi huşû sahibi olduğu anda da, Allah’ın kendi ruhunu mutlaka Allah’a ulaştıracağından emindir.
Bu kişi dört tane inancın sahibidir:
1- Allah’a inanıyor.
2- İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasına, Allah’a mülâki olacağına inanıyor.
3- Bunun üzerine farz olduğuna inanıyor.
4- Eğer Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah’ın ruhunu mutlaka Allah’a ulaştıracağına kesin şekilde inanıyor. O kişi yakîn hasıl ederek kesin şekilde inanıyor ki; Allah’a mülâki olacaktır, ruhunu hayattayken Allah’a ulaştıracaktır.
İşte bu şartların sahibi olan kişi hacet namazını kılar da Allah’tan mürşidini sorarsamutlaka Allah o kişiye mürşidini gösterir. Gösterirse ne olur? O kişi gözyaşları içinde mürşidine ulaşır, önünde diz çöker ve tövbe eder. Mürşidine karşı edep ve saygıda kusur etmez. İşte bu tövbe merasimi, mürşidin önünde yapılan bir tövbe merasimidir.
Allahû Tealâ NebeSuresinin 38. âyet-i kerimesinde böyle bir tövbeden bahsediyor:
78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
Melekler (arşı tutan melekler), saf saf olarak ve ruh (devrin imamının ruhu) oradadırlar. Kendisine Rahmân’ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. Ve sevap söyler (günahların sevaba çevrilmesini müjdeler).
Allahû Tealâ: “Arşı tutan melekler ve etraflarında iki kişi mağfiret dilerler ve sevap söylerler.” diyor.
Bir tövbe eden var, bir tövbe ettiren var, bir de arşı tutan melekler var. Bu tövbe merasiminin arkasından ruhun vücuttan ayrılarak Allah’a doğru yola çıktığı Nebe Suresinin bir sonraki âyet-i kerimesinde ifade buyuruluyor. Allahû Tealâ diyor ki:
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakk(hakku), femen şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisini Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder (edinir). (Allah'a ulaşan kişiye Allah), meab (sığınak, melce) olur.
Allahû Tealâ: “O gün hak günüdür. O gün, Allah’a ulaşmayı dileyen kişi kendisini Allah’a ulaştıran bir yolu yani Sıratı Mustakîm’i, yol ittihaz eder. Kimin ruhu Allah’a ulaşırsa Allah o kişinin ruhu için sığınak olur, meab olur.” diyor.
Al-i İmran Suresinin 14. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın ifadesi aynen şöyledir:
3/AL-İİMRAN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuşşehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).
İnsanlara, kadınların, oğulların, kantar kantar altınların ve gümüşlerin salma (nişaneli) atların, davarların ve ekinlerin sevgisi süslendi (güzel gösterildi). Bunlar, dünya hayatının metaıdır (malıdır). Ve Allah, O’nun (Allah’ın) katında Hüsnül Meab’tır (en güzel sığınaktır).
“Yemin olsun ki, and olsun ki Allah, Allah’ın katındaki en güzel sığınaktır.”
O kişinin ruhu vücudundan ayrılıp Allah’a doğru yola çıkıyor ve Allah’a ulaşıyor. Allahû Tealâ bir evvelki âyet-i kerime olan Nebe-38’de, sadece Rabbinden ahd almış olanların burada tövbe verebileceğini ve kendisine Allah’ın katında bu yetki verilmiş olan kişinin günahları sevaba çevireceğini ifade ediyor. Allahû Tealâ: “Sevap söylerler.” diyor. Bu, günahların sevaba çevrilmesidir. Allah’ın katında ahd alanların, kendisine ahd verilenlerin, yetki verilenlerin bu işi yapabileceği ifade ediliyor.
Buradan murat, o kişinin başının üzerine devrin imamının ruhunun gelmesidir. Allahû Tealâ’nın katında bu yetkinin kendisine verildiği kişinin ruhunun, o kişinin başının üzerine gelip yerleşmesi ifade ediliyor.
Bu daha açık bir şekilde Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesinde ifade buyuruluyor. Allahû Tealâ diyor ki:
40/MU'MİN-15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
“Arşın sahibi olan ve dereceleri yükselten Allah, kullarından lâyık olanların üzerine, başının üzerine emrinden ruh gönderir. O kişinin yevm’et talâkının, Allah’a ulaşma gününün, Allah’a mülâki olma gününün geldiğini ihtar etmek için.”
Devrin imamının ruhu, Allah’ın katından o kişinin başının üzerine geliyor ve o kişinin ruhuna diyor ki: “Senin yevm’et talâkın, Allah’a mülâki olma günün geldi.”
Allahû Tealâ burada: “Arşın sahibi olan Allah” diyerek neyi söylüyor? Arşı tutan meleklerin ve devrin imamının devrede bulunduğunu ifade ediyor. Bunun ötesinde “ve dereceleri yükselten Allah” diyor. Bu olayda, kişinin mürşide ulaştığı anda iki şekilde derecat yükselmesi oluşuyor.
Ama öncelikle hangi şartlara sahip olan kişinin derecatında yükselme olduğuna bakalım: O kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesiyle, Allah onun üzerine Rahîm esması ile tecelli etti, şartlarını değiştirdi, kalbine ulaştı ve göğsünden kalbine yol açtı. O kişinin kalbine %2 nur birikimi gerçekleştirip o kişiyi huşû sahibi kıldı. Tüm bu şartlar, kişi Allah’a ulaşmayı dilerse oluşan şartlardır. İşte Allahû Tealâ sadece bu şartlara sahip olan, bu noktaya kadar Allah’tan 12 tane ihsan alan ve ihsanla tâbî olan kişiyi mükâfatlandırır. Onun derecelerini iki şekilde yükseltir:
1- O kişinin günahları zaten mürşidine tâbî olmadan evvel, Allah’a ulaşmayı dilediği zaman örtülmüştür. Birinci mükâfat o zaman alınmıştır. O kişi mürşide tâbî olduğunda da günahları affedilir. Enfal Suresinin 29. âyet-i kerimesine göre Allahû Tealâ diyor ki:
8/ENFAL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Ey âmenû olanlar! Takva sahibi olun, Allah’a ulaşmayı dileyin ki Allah size furkanlar versin ve günahlarınızı örtsün.”
Ne oldu? Kişinin günahları örtüldü. Anlattık ki o kişinin gözlerindeki, kulaklarındaki, kalbindeki engeller alındı. Her engelin alınmasında Allahû Tealâ günahlarının bir kısmını örttü ve böylece kişinin bütün günahları örtüldü.
Bunun mânâsı şudur ki; kişinin bütün günahları örtülmüşse, sevapları mutlaka günahlarından öteye geçmiştir. O zaman bu kişinin gideceği yer Allah’ın kanunlarına göre mutlak olarak cennettir. Kişi daha mürşidine tâbî olmadan evvel Allah’a ulaşmayı dilediği anda, Allah’ın cennetini hak etmiştir. O kişinin mürşidine tâbî olduğu gün ise onun günahlarını sevaba çevirerek bir kere daha derecelerini yükseltmiştir.
2- O kişiye Allahû Tealâ o güne kadar (mürşidine ulaşmadan evvelki dönemde) kazandığı her bir dereceye karşılık onun 10 katını verirken, 1’e 100 vermeye başlıyor; sonra bu 1’e 100, 200, 300, 400, 500, 600, 700 kat oluyor.
2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.
Allahû Tealâ diyor ki: “Kim Sıratı Mustakîm’in üzerindeyse ve infak ediyorsa, fi sebîlillâh ise Allah onlara bir başağında 100 tane bulunan 7 başaklı bir buğday, bir nebat grubu kadar ni’met verir.”
O kişi Allah’a ulaşmayı dilediği zaman birinci başak hüküm ferma olmuştur. O güne kadar 1’e 10 veren Allahû Tealâ, o günden itibaren ona 1’e 100 vermeye başlayacaktır. Ruh 2. gök katına çıktığı zaman bu 1’e 200 olacaktır. 3., 4., 5., 6., 7. katlarda 1’e 700’e kadar çıkacaktır. İşte bu tövbe, mürşid önünde yapılan bir tövbedir ve bu tövbe o kişiye 1’e 10 iken 1’e 100 kazandırmaya başlar. Yetmez, Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilediği zaman o kişinin örtülen günahlarını bu sefer de sevaba çevirir;
25/FURKAN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah, seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafûr’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet gönderendir).
Allahû Tealâ Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesinde “Kim tövbe eder de mü’min olursa, onların başlarının üzerine Allah’ın emrinden ruh gönderilir.” diyor. Yani Allahû Tealâ: “Allah’a ulaşmayı dileyip de 12 tane ihsanla mürşidine ulaşan herkesin kalbine Allah îmânı yazar ve başlarının üzerine Allah’ın emrinden ruh gönderilir.” diyordu.
Devrin imamının ruhu kişinin başının üzerine geliyor ve o kişinin ruhu vücudundan ayrılıyor, hangi dergâha tâbî olmuşsa o dergâhta onarlık insan ruhları safına karışıyor. Zaten orada kısa bir süre kalıyor ve hemen arkasından devrin imamının bulunduğu dergâha ulaşıyor, sırada yerini alıyor.
Furkan Suresinin 70. âyet-i kerimesine göre Allahû Tealâ: “Onların seyyiatleri (günahkları) hasenata (sevaba) çevrilir.” diyor. Allah kişinin günahlarını sevaba çeviriyor. O kişinin günahlarının sevaba çevrilmesi, mağfireti ifade eder.
Bu tövbe herhangibir tövbe değildir. İnsanlar vardır günah işlerler, Allah’a devamlı tövbe ederler: “Yarabbi benim bu günahımı affet, benim bu günahımı affet, benim bu günahımı affet.” Onların Allah’ın affedip affetmeyeceği konusunda bir garantileri yoktur.
Ama eğer Allah’a ulaşmayı dilerlerse, diledikleri zaman bütün günahları affedilir yani örtülür. Mürşidlerine ulaşıp tâbî oldukları zaman, o örtülen günahlar bir defa daha affedilir, bir de sevaba çevrilir. Allahû Tealâ bu hususu Nisa-64’te şöyle anlatıyor:
4/NİSA-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi), ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfere lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Biz, resûlleri ancak Allah’ın izniyle, kendilerine itaat edilsin diye göndeririz. Onlar, nefslerine zulmettikleri zaman eğer sana gelselerdi ve Allah’tan mağfiret dileselerdi, Resûl de onlar için mağfiret dileseydi; Allah’ı tövbeleri (her iki tarafın mağfiretini, tövbesini) kabul eden ve rahmet gönderici olarak bulurlardı.
Allahû Tealâ: “Habibim eğer o nefslerine zulmedenler sana gelselerdi, önünde diz çöküp tövbe etselerdi ve günahlarının affını talep etselerdi, sen de onlarla beraber onların günahlarının affını dileseydin; Allah’ın her iki tövbeyi de kabul ettiğini görecektin.” diyor.
Allahû Tealâ sahâbenin talebi üzerine sahâbenin günahlarını affediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in talebiyle onların günahlarını bir defa daha affediyor. Bu olay Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şefaatidir. Günahları sevaba çevirme talebinin Allah’a ulaşması sebebiyle, Allah’ın sahâbenin talebi üzerine affettiği günahlarını Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in talebi üzerine bir defa daha affetmesidir.
Bu olay Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbe arasında şefaat adını alır. Allahû Tealâ ile sahâbe arasında ise günahların affını ifade eder. Allahû Tealâ tarafından o kişinin günahları affedilmişti. Şimdi bir defa daha affediliyor yani sevaba çevriliyor.
İşte Allah ile kul, Allah ile sahâbe arasındaki ilişkide bu mağfirettir. Ama sahâbe ile Peygamber Efendimiz (S.A.V) arasındaki ilişkide bunun adı şefaattir. Nisa Suresinin 64. âyet-i kerimesi şefaatin dünya üzerindeyken yapıldığının kesin işaretidir. Ne yazık ki birçok insan zanlarına tâbî olarak, Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyetle ifade edilmemiş olmasına rağmen Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kıyâmet günü herkese, bütün Allah’a inananlara, “Lâ ilâhe illallah Muhammeden resûlullah” diyen herkese şefaat edeceğini söylüyorlar. Bu olay asla varit değildir. Kur’ân’da böyle bir hüküm yoktur.
Kim Kur’ân’da olmadığı halde bunları yazıyorsa, Allahû Tealâ onları cezalandıracağını söylüyor. “Onlar elleri ile kitap yazanlardır. Onlar elleri ile yazdıkları kitaplarla Kur’ân’da olmayan şeyleri uyduranlardır.” diyor.
2/BAKARA-78: Ve minhum ummiyyûne lâ ya’lemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).
Onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah’ın) Kitabı’nı bilmezler, sadece emaniyyeyi (kişilerin yazdığı kitapları) bilirler. Ve onlar sadece zannediyorlar.
2/BAKARA-79: Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim summe yekûlûne hâzâ min indillâhi li yeşterû bihî semenen kalîlâ(kalîlen), fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim ve veylun lehum mimmâ yeksibûn(yeksibûne).
Yazıklar olsun onlara ki; elleriyle kitap yazarlar, sonra da (emaniyye bilgiler içeren) bu yazdıklarını az bir bedel (para) karşılığında satmak için: “Bu, Allah’ın indindendir.” derler. Yazıklar olsun onlara, elleriyle yazdıklarışeylerden dolayı. Yazıklar olsun onlara, kazandıklarışeyler sebebiyle.
Bu noktadan sonra kişi daimî zikre ulaşacaktır. Daimî zikre ulaştığı zaman o kişinin salâh makamına geçmesi halinde o kişinin günahları bir defa daha örtülecek, bir defa daha sevaba çevrilecektir. İnsan hayatında günahlarının örtülmesi ve sevaba çevrilmesinin son tövbesi budur. Bu tövbenin adı Tövbe-i Nasuh’tur.
Kim daimî zikre ulaşırsa ona ulûl’elbab makamında 7 kat yerlerin melekûtu gösterilir. İhlâs makamında göklerin melekûtu, 7 tane gök katındaki sırlar gösterilir. Kim 7. gök katının 7. âlemi olan İndi İlâhi’nin sonunda bulunan Sidretül Münteha’yı görürse, o Allahû Tealâ tarafından Tövbe-i Nasuh’a davet edilir.
Tövbe-i Nasuh o kişinin ihlâs makamını tamamladığını, salâh makamına adım attığını gösterir. Salâh makamında o kişinin günahları bir defa daha örtülecektir, bir defa daha sevaba çevrilecektir. İnsan hayatında günahlarının örtülmesi ve sevaba çevrilmesini sağlayan tövbelerin en üstünü budur; Tövbe-i Nasuh. Bir daha değişmesi mümkün olmayan, bozulması mümkün olmayan bir tövbedir. Neden? Çünkü kişinin nefsinin kalbinde afet kalmamıştır. Bu kişi nefsinin kalbinde hiç afet kalmadığı için tövbesini bozmak gibi bir ihtiyacı hiçbir zaman duymayacaktır.
Tekrar konumuzun başına dönelim. İnsanlar hep günah işlerler, arkasından da günlerce, aylarca Allahû Tealâ’ya: “Yarabbi, Sen benim günahlarımı bağışla. Sen benim günahlarımı affet.” diye yalvarırlar. Bu tövbenin affedilip edilmeyeceği konusunda Allah’ın bir garantisi yoktur. Allahû Tealâ diyor ki: “Sakın sizi şeytan Benim affıma güvendirmesin.” Ama Allahû Tealâ aynı zamanda da: “En büyük günahları işleyenler bile affımdan ümit kesmesinler.” diyor.
Ne demek istiyor? O büyük günahları işleyenler de bir gün Allah’a ulaşmayı diler ve bundan sonra mürşidlerine ulaşıp tövbe ederlerse, günahları affedilir ve sonra da sevaba çevrilir.
Günahlar işleyip de Allahû Tealâ’dan af dilemek, o günahın affedilip affedilmeyeceği konusunda kesin bir kanaate sahip olmadan yıllarca Allah’a yalvarmak; tamam devam edilsin ama çözüm orada değildir. Çözüm Allah’a ulaşmayı dilemektedir. Dilediğiniz zaman Allahû Tealâ ilk adımı atıyor ve sizin günahlarınızın hepsini örtüyor. Af talebiniz her ne ise ona ait olan bütün günahlarınız Enfal Suresinin 29. âyet-i kerimesi gereğince örtülecektir.
Mürşidinize ulaştığınız zaman o günahlarınız sevaba çevrilecektir. Salâh makamına ulaştığınız zaman bir defa daha o güne kadar edindiğiniz yeni günahlar da affedilecek ve üstelik sevaba çevrilecektir.
Günahların affı ve mağfireti Kur’ân-ı Kerim’de çok açık bir biçimde yer almıştır. Bütün devrin imamları yeryüzündeyken insanlara şefaat ederler. Yani tövbe merasimi esnasında onların günahlarının sevaba çevrilmesine neden olurlar. Bu konu Mu’min Suresinin 7. âyet-i kerimesinde de yer almıştır:
40/MU'MİN-7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke ve kıhim azâbel cahîm(cahîmi).
Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab’lerini hamd ile tesbih ederler ve ona îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah’tan) mağfiret dilerler: “Rabbimiz, Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve senin yoluna (Sıratı Mustakîm’e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Ve onları cehennem azabından koru!”
Allahû Tealâ: “Arşı tutan melekler ve onların etrafındaki kişi yani devrin imamı ‘Yarabbi, Senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. Kim îmân eder de mü’min olur da Sana tövbe ederse; Sen onlara mağfiret eyle, onların günahlarını sevaba çevir.’ derler.” diyor.
Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha tövbe ve mağfiret konusunu beraberce tamamladık.
|